23 Aralık 2008 Salı

Das Leben der Anderen


Sinemanın bir kaçış oldugu, monotonluga boyun hizasına kadar batmış olan tuketici için hava kacıran can simidi misali kısa süreli bir rahatlama, analojinin dışına cıkar isek bulundugu yerde olmama, başkası olma hissi yarattıgı pandoranın kutusunun içindeki sır değil. Her bir macera, her bir korku, her bir romantik komedi, her bir bla bla kahramanın yerine kendimizi koydugumuz kadar hoşumuza gidiyor. Ote tarafta bu görsel sanat, görselliğinin de sağladığı kolaylık ile dış görünüşümüzden yaşam tarzımıza kadar bir çok bize etki ediyor, değiştiriyor, sahip oluyor. Sanırım trend denilen de dar cercevede bu oluyor.


Das Leben Der Anderen de bu on bilgilerle okundugu vakit uzerine oturtuldugu ajan, dogu almanya, sosyalizm, ... iskeletinin bir miktar dışına çıkabiliyor. Kahramanımız sinema tarihinin en şaşalı mesleği olan ajanlık muessesinin elemanlarından biri olmasına rağmen gayet monoton bir hayata sahip. Kendisi izleme görevininde olan bir istihbarat memuru. Tabi görsel materyali bizimkilerle karşılaştırıldığı vakit kısıtlı. O daha çok sesler üzerinden devam ettiriyor kaçışını. İzlediklerinin(dinlediklerinin) sıkıntılarına, sevinçlerine, korkularına ortak oluyor. Onların sevişmeleri ile kanına dolan tutkuyu, fahişe dostuyla bastırıyor. Benim Neil Mccauley i sevmem gibi o da kahramanlarını seviyor benimsiyor. Benim elimde olmayan imkanlar onda var ki, "filmi"nin işleyişine mudahale edebiliyor, o vakit bizde Dogu Almanya iskeletine geri dönüyoruz. Ondan sonrası ise spoilera giriyor, benim girmeye niyetim yok. Das Leben Der Anderen bu okumayla sinemanın filmi oluyor. Sinemaseverin filmi oluyor. Bizim filmimiz oluyor. Bu da kendisini daha değerli kılıyor gözümde, bilmem alman kardeşim ne düşünür bu konuda. Ek olarak filmde ajan kardeşimiz tarafından izlenenlerin bir senaryo yazarı ile bir oyuncu olması okumanın iskeletle birleştiği bir başka noktadır ki, değinmeden geçmeyeyim, yedi de kaçtı demesinler.