1 Ağustos 2009 Cumartesi
30 Temmuz 2009 Perşembe
Küçük der ki ;
“Benim sinemalarım” ötesi yok!...
Şimdi seyir günlüğüme yazdığım şarkılardan birisini okuyacağım sizlere.
Biliyorsunuz ki film izlenildiğinde kendisini anlatır, anlatmıyorsa Lynch ’in bir filmidir.
Sonra eleştiri yazısı okumak isteyenleriniz varsa onlar da sinema dergisinden uygar şirin ’i takip edebilirler yahut altyazı dergisinin kuşe kağıt olmayan kısımlarını okuyabilirler. Ben sadece film izlemeyi seviyorum ve bu filmleri sizlerde izleyin istiyorum işte o kadar. Neyse başlayalım.
Sinemayı severim diyen adam Lars Von Trier bilecek arkadaş, tüm Hollywood ’dan önce bilecek hem de. Robertcığım Altman alınmasın ama hal bu. Yoksa Gosford Park ’ı da severiz. Ama Zentropa bir başkadır: Bir ayrılış sahnesini daha iyi çekebilen varsa beri gelsin. Siyah beyaz film renkli görünebilir size, bu filmi izledikten sonra Elements of Crime ’ı deneyin. Lars’ın paleti enfes ama kabul etmeliyiz ki biraz da tuhaf.
Idıoterne, Dear Wendy, Direktoren For det Hele gibi renkleri vardır bu paletin…
Gus Van Sant, Wim Wenders bunlara lafın yok mu diyenlerinize ise söyleceklerim şunlardır : River Phoenix ’in yasını tuttuğum için Gus’dan bir tek Last Days ’i izledim, o da Michael Pitt’in hatrına (Good Will Hunting müstesna).Wim’i henüz tadamadım çünkü cdlerim bir arkadaşta (bkz. swh) .
Hitchcock usta derseniz şu en meşhurları bilmiyorum, The Bird, Strangers On a Train ve Psycho ‘dan bahsediyorum. Ama küçük yaşta Rebecca ’yı izlemiş bir veled olarak buradan kendimi tebrik ediyorum. Listemde Rear Window , Spellbound ve Vertigo ’da var.Hepsi de gizem unsurunu barındıran ve sürükleyici filmlerdir.Zamanın ötesinde olmak derse biri bu usta önerilir.Eskiyi sevmiyorsanız Sarah Jessica Parker’ın size göre bir filmi mutlaka vardır.
Eskiye ve siyah beyaz filmlere biraz dalmışken devam edelim. Siyahın ve beyazın en yakıştığı bana göre It’s a wonderful Life idi (melek amcaya hasta olmuştum) ama o zamanlar Voksne Mennesker ’den habersiz bir kul idim. Bu filmden sonra siyah beyaz filmlere renksiz diyen karşısında beni bulur arkadaş! – gülücük var burada ama biraz ciddi-
Lars ‘ın paletinden sonra renk diyesim pek yok ama bu renklere de gözümü kapayamam. Nick Hornby diye bir manyak var biliyorsunuzdur. Tüm zamanların en süper listeleyicisi olmaya hak kazandı nazarımda, o da adam ayrıldığı insanları bile listeliyor ya en kötüden en iyiye diye, ailecek seviyoruz. High Fidelity, About a boy gibi kitapları filmleştirildi. High Fidelity ’de pek sevdiğim bir çılgın Jack Black var. About a Boy ’u ise Tony Colette ’e adıyorum.
Renklenmeye başladığımız iyi oldu. Yolculuk devam ederken tercih ettiğiniz bir hazır kek alın elinize dişlerken bir de çay yudumlayın. Oh mis deyin. Devam edelim. Eternal Sunshine of the spotless mind ’ı bilmeyen yoktur herhalde bu güzideyi bize sunan-yazan deli-manyak-çılgın Charlie Kaufman “Being John Malcovich” adlı eserini bundan önce yazmış. Bilinçle ilgili yazmayı sever bu amcam, araya aşk serper, yüzünüze su çarpar, arada sizi kopartır sonra tekrar hüzünlendirir, ne yaparsa yapsın çok güzel yapar. Yalnızca iki filmle bir senariste vurulan insanları görünce bir de bu iki filmi izleyince bana hak vericeksiniz.
Size Kim-ki ’den bahsetmiştim Uzak Doğu diyince aklıma gelen sadece o değil.
Yimou Zhang ‘ın House of flying daggers ‘ı (Shi mian mai fu) benim ilk uzak doğulu filmimdir.Aksiyon,macera,aşk'ın den halidir ve filmdeki renkler enfestir. İlk film olarak iyi bir seçim, ikinci uzak doğulu filmi olarak Crying out loud in the centre of the world öneriyorum.Hüzünlü bir aşk hikayesidir. Üçüncü olarak ise kesinlikle Kizzu Ritan, iki çılgın çocuk ve güzel bir hikaye yönetmen de Takeshi Kitano daha ne olsun! Sonra da oturun Kim-ki Duk ‘un nesi var nesi yoksa izleyin.
Son olarak kendinize ait bir dvd koleksiyonu yaparsanız, lütfen Dead Man ’i eksik etmeyin.
Şimdilik Hoşçakalın ...
22 Temmuz 2009 Çarşamba
Filmi durdurup tekrar başlatma alışkanlığı
Evde film izlemenin size verdiği özgürlüğün sonucudur bu. Bir filmi baştan sona , başa sara sara , hoşlandığınız kısımları belki 30 kere tekrar izleyebilmenin verdiği dayanılmaz hafiflik...Sinemada film tek seferlik,evde ise dilediğiniz kadar izleyebilirsiniz,dvdleri sevme sebebim bundan ileri gelir yoksa sinemadaki ses ile benim dandik kolonların verdiği ses arasında everest kadar fark var.Bir de koca kaymak gibi ekranda izlemektense evdeki sigara dumanı sinmiş,isli pis ekranda zar zor filmi seçebilmek de tercih edilesi değil. Hasıl-ı kelam evde bir gün kişisel film seanslarımdan birinde Jacob's ladder'ı izliyordum ve Tim Robbins' in çekmeceye bir kitap koyduğu sahnede durdurdum filmi, o kadar kısa süren bir zamanki filmi sinemada izleyenlerin bu sahneyi hatırlaması bile bir şeydir yani, neyse filmi durdurdum ve resmen ekrana gömüldüm. Albert Camus ' nun The Stranger adlı eseriydi.Kitap o sırada rafta tozlanmaktaydı,arkadaştan okumak için almış ve erteleyip durmuştum,film bittikten sonra o kitaba başladım.İşte sinema ve edebiyat ne kadar iç içe görüyorsunuz..
Filmin kendisinden bahsedelim biraz da Vietnam'da savaşmış bir askerin bilinçaltındaki ve hayatında görüngüler arasında gidip gelmeler.Çok mistik değil,gotik hiç değil, biraz gerilim var,şaşırtmıyor da denemez.Tim Robbins'in performansı sizi kilitliyor genel olarak.Filmin yönetmeni Adrian Lyne Fatal Attraction 'ı da çekmiş bu zat, filmografisinde 97 yapımı bir Lolita ve Richard Gere'i en çok beğendiğim film olan Unfaithful var (yanlış anlamayın ben de Pretty Woman hayranıyım ama sebebi Julia Roberts) Şimdilik bu kadar sevgili film manyakları.
Bizi izlemeye devam edin...
19 Temmuz 2009 Pazar
Venus
18 Temmuz 2009 Cumartesi
Film Çapkını
Sweeney Todd : the demon barber of the fleet street
Bu filmi izlediğim zamanı hatırlıyorum. Ama durun bir saniye insanlar sizin filmi izlediğiniz zamanı merak etmezler. İzledikten sonra ne düşündüğünüzdür önemli olan . "Diyaloglar nasıldı ? Johnny Depp harikaydı dimi ?" vb. soruları muhattab almanız gerekebilir.Yahut sanat yönetmenliği ve görüntü yönetmenliğiyle ilgili bir kaç dantel söz beklenir sizden. Benim bu filmin kostümlerine , makyajına sözüm yok. Müzikler bile güzeldi. Ama sinema yerine açık havada göre göre dinlemek isterdim Johnny'yi , neden mi adam Johnny! Neyse meseleden kopmayalım filmi izlerken içerisinde bulunduğunuz ruh hali önemlidir. İzlediğiniz film pek sevdiğiniz bir yönetmene ve favori kadronuza ait olsa bile, en azından gündelik bir hal içinde olmanız gerekir. Sevgiliniz sizi terk ettiğinde sinemaya gitmezsiniz iş bu sebeple. Romantik komedilerin afişleri illa ki vardır ve görür görmez mideniz bulanıcaktır işte tam da bu yüzden. Şimdi sanıyorum ki demek istediğimi biraz anlatabildim.
Döneyim filme. Johnny Depp-Tim Burton ikilisi yine takılıyorlar işte. Helena bile bilindik. Alan ise aman allahım herif ne zaman konuşsa bulutların tepesine çıkıyorum. Manyak aksanı var. Yine de dedim ya işte sanki " dandini dandiniyi 1005inci dinleyişiniz gibi." . Filmin içerisine gerçekten daldığım sahne ise Sweeney'nin Bayan Lovett'ı fırına attığı sahneydi. Ateşim yükseldi resmen. Hatta o sahneden sonra çok manalı birkaç mısra bile karaladım defterime , film bitip de ışıklar yanınca tabiki de. Lovett öldükten sonra Sweeney'de öldü zaten bize izlicek bişi kalmadı. İkisi de idam edilseydi daha eğlenceli olurdu bana göre. Yahut Sweeney'i jiletleyip Lovett'dan da turta yapsalardı ihtişamlı olurdu.Ama insan her zaman istediğini elde edemez!
Sweeney'nin zavallı kızı ve karısı harcanmış iki karakter olmalılardı ama kayıplara karışmış karakterlerdi resmen. Hikayelerini çok uzaktan duyar gibi olduk. Hele küçük kızın şarkı söylediği pencerenin altından sesini duyup da ona vurulan veled'e en sonunda noldu , bak o acaip kafama takıldı. Çocuğun senaryosunu ben yazıcaktım. Kızı alıp kaçıcaktı dicekti yargıcın da sweeney'nin de canı cehenneme! Güzel olmaz mıydı yani ?
19 Haziran 2009 Cuma
Before Sunset
Before Sunrise'daki kahramanlarımız kaldıkları yerden devam etmezler. İkisi de ayrı hayatlar kurmuşlardır. Jesse yeni romanının tanıtımı için Paris'e geldiğinde Celine ile karşılaşır ve film günü onlarla birlikte geçiriyormuş izlenimi verir size bundan sonra. Sanki banklardan birinde oturup onları izliyorsunuz ya da arka masalardan birinde köşeye sinmiş sigara içen adam sizmişsiniz gibi. Paris'in sokaklarında gezer bir cafe'de oturur sonra bir bankta dinlenir sonra tekrar yola devam ederler.
Julie Delpy'nin söylemekten bıkmayacağı bir replik vardır mesela küçükken okul yolunda düşen yaprakları ve karıncaları izlemeye daldığı için öylece kalan ve okula gitmeyen çocuğu anlatışının repliğidir bu. Delpy içtendir ama filmlerinin hepsine bu kareyi sokacak mı acaba diye düşündürür insanı (bkz.two days in paris). Bunun gibi güzel olsa da n'alaka diyebileceğimiz kısa bir diyalog geçiyor ikilinin arasında. Celine kedisini çağırıyor , kedinin adı "che" bunun üzerine Jesse de ona "commie" (komunist'in kısaltılmışı) diyor. Yani şimdi bu diyalog diğerleri arasında pek sönük bana göre. Derhal örneklendirelim :
Jesse = Hayat zor.Olması gereken de bu.Eğer acı çekiyor olmasaydık asla bir şey öğrenemezdik.
Sonra bir yerde Celine şöyle demiş = Kimsenin yerine bir başkasını koyamazsın çünkü herkes kendine has güzel detaylar barındırır.
Ay bunlar hiç de romantik değil diyorsanız bir de şöyle bir şey var =
Jesse: Sanki bana biri dokunacak olsa , moleküllerime ayrılcakmış gibi hissediyorum.
Celine : O zaman , bişi denemek istiyorum.
Jesse : Ne? -aval bi bakış var burda-
Celine : [Ona sarılır.] Bütün mü durcaksın yoksa moleküllerine mi ayrılcaksın görmek istiyorum.
Jesse: Nasıl gidiyorum?
Celine : Hala burdasın.
Jesse: İyi, burda olmak hoşuma gidiyor.
Bir de sonda Julie Delpy'cik bir vals çalıyor akustik gitarıyla enfes bişi,hanım kız senaryoya da yardım etmiş helal olsun!
p.s. : İki filmi peş peşe izlememiştim ben aralarına epey bir zaman koymuştum istemsizdi ama işe yaradı denebilir. Jesse ve Celine gibi ayrılık çekip özlem duydum biraz da sanki aradan geçen zamanın farkında değildim,ikinci film olan "Gün Batmadan" güzidesini ise ikindi vakti izledim.Okuldan gelmiştimki televizyondaydı formayı çıkarmadan çantayı bi kenara fırlatıp koltuğa gömülüp izledim.Bu sizin için aynen geçerli olmayabilir ama en azından koltuğa gömülüp izleyin ve bir de tabii izletin.
23 Ocak 2009 Cuma
Before Sunrise
21 Ocak 2009 Çarşamba
Hitman
Oynadığım pc oyunları içerisinde en severek oynadığımdır "Hitman". Diğer vurdulu kırdılı oyunlardan farklı olarak Hitman'de asıl önemli olan görevleri gizlilik içerisinde, dikkat çekmeden, temiz bir şekilde halletmektir. Zaten ikinci oyunun adı da bu yüzden "Silent Assasin" olmuştur. "Sessiz suikastçı" ya benzer bir şey anlamında. Kesin bir tavırla söyleyip çaktırmadan "İngilizceye de hakimim" gibi bir gönderme yapmamak adına “benzer bir şey “ diyorum. Yoksa gayet basit bir anlamı var. (Yine yapmış oldum). Her neyse oyunu gayet soğukkanlı bir şekilde kafa yorarak, planlar yaparak, etraftakilerin sana karşı tepkilerini irdeleyerek oynayıp görevi kimsenin ruhu duymadan bitirebildiğiniz gibi, sessizlikten bunalıp terör estirerek de bitirme seçimi yapabilrisiniz; fakat ikinci şık her bölümde işinizi görmeyedebilir. İşte bu yüzden görevleri çeşitli şekillerde, kendi stratejinize göre bitirme şansınız oyunda mevcut. Fakat görevlerin sonunda size görevdeki gizliliğinize göre not verilip, bu nota göre de para veriliyor. Neyse kısacası oyunda önemli olan “fazla ses çıkarmamak”.
Filmde Agent47’yi Timothy Olyphant canlandırmış. Kel haliyle oyundaki karaktere benzerlik açısından iyi bir seçim olmuş gibi…Mr Olyphant özellikle karakterin “yürüyüş” tarzına dikkat etmeye çalışmış. Gayet de benzetmiş. Filmde silahlı sahneler bolca kullanılmaktan çekinilmemiş. Yakın plan vurulma sahnelerinde kan sıçratma unsuruna baya bir özen gösterilmiş. Bu şiddetli yönüyle oyundaki “sessizlik” amacından sapılıp “seyirci çekme” taktiklerine başvurulmuş. (Ama biraz insaf be kardeşim, o mülayim sessiz Hitman'ı resmen “psycho killer” yapmışsınız.) Tabi biraz abartıyorum. Yine de silahlı ve dövüşlü sahneler dışında Hitman’ın sakin, ağırbaşlı, konuşmaktan aciz bir karakter olmasına dikkat edilmiş. Oyundaki senaryodan farklı olarak Agent47 bir klon değil de yetiştirilmiş bir savaşçı olarak gösterilmiş. Gerçekçiliği bozmamak istemişler herhalde.
Filmin konusuna gelirsek: Agent47’e yeni görevi için her zamankinden daha farklı ve zor bir hedef gösterilir. O görevini bitirmeye çalışırken bir yandan bir takım hainlerle de uğraşmak zorundadır. Aynı zamanda, görevi sırasında rastladığı güzel Nika’yı korumakla kendini yükümlü hissetmektedir. Nika Boronina’yı ise Quantum Of Solace’den Olga Kurylenko canlandırmış. Filme izlenebilirlik katan etkenlerden biri olmayı da başarmış.
Filmde hafiften “aciz Rusya ve iş bitirici ABD” izlenimi yaratılmaya çalışılmış da diyebiliriz. Soğuk savaş rekabetinin izlerini filmlerde görmeye daha çok devam edeceğiz bu gidişle. (Of çok dokundurucu bir cümle oldu). Neyse ben oyunun fanatiği olarak filmi izlemekte bir an bile tereddüt etmedim. Beklediğim tarzda olmamasına rağmen beğendim. Diğer oyunseverler ve oyunu oynamamış olanlar ne düşünür bilemem. Saygılar…
Not: “Psycho Killer” yakıştırması tamamen dün izlediğim Şahan Gökbakar skeçinden bir araklamadır.
20 Ocak 2009 Salı
Groundhog Day
93 yapımı bir film. Her gün aynı yerlerde aynı insanları görerek, benzer olayları yaşayarak geçiren Phil'i canlandıran Bill Murray "sıkıntı" duygusunu mimikleri ve hareketleriyle güldürücü bir şekilde yansıtmış. Filmin tarzı da genel anlamda zaten komedi. Ortalardan itibaren hafiften romantizm başlıyor. Türkçeye "Bugün Aslında Dündü" olarak çevrilmiş. Aslında çevrilmiş demek gereksiz. Yeni bir isim verilmiş demek daha doğru. Filmin konusunu çok da güzel özetleyen bir isim olmuş. Bulanı tebrik ederim.(Yaşıyorsa ve çok muazzam bir rastlantı sonucu bu yazıyı sonuna kadar okursa diyerekten.)
Konusu gayet açık, komik, kafanızı yormayacak aksine dinlendirecek ve rahatlatacak, güzel bir film. Yani bana göre öyle. Benden bu kadar gerisi size kalmış. Saygılar…
19 Ocak 2009 Pazartesi
Burn After Reading
İlk yazılardaki samimiyetsiz üslubumdan biraz sapmam gerektiğini düşünerek yorumuma geçiyorum. Ufak bir üslup değişikliği sezilebilir.
Brad Pitt, George Clooney, John Malkovich, Coen kardeşler'in Burn After Reading'inde bir arada. Kadroyu görünce insan izleme dürtüsüne engel olamıyor haliyle ama Coen soy ismi No Country For Old Men deneyimimden dolayı bu dürtümü frenlemedi değil. Sonuç olarak kadro etkeni daha baskın geldi ki buraya film hakkındaki yorumumu yazıyorum.
Efendim, bir kaç alakasız kadın ve adamın "hoşlanma" ve "sevme" duyguları aracılığıyla birbirleriyle alakalı hale gelmelerine tanıklık ediyoruz. Her şey filmdeki tek geçmişi önemli şahsiyet olan Ousborne Cox'un CIA analistliği işine son verilmesi, kendi deyimiyleyse "istifa etme"si ile başlar. Bundan sonrasında birbirinden bağımsız gibi gözüken zincirleme olaylar mekanizması devreye girer. Sorunlu karı-koca ilişkileri, hoşlanırken "tam da adamını bulma" durumları, tesadüfen bulunan bir cd, Chad Feldheimer'ın umursamazlığının verdiği cesaretiyle kalkıştığı "burnundan büyük işler". Bir mesaj kaygısı güdülmeyen, rahat bir dille, içinde bolca özellikle Osborne'un kullandığı "fuck" ve Chad'in kullandığı "shit" kelimeleriyle, insanda bir iki sahne dışında hiç bir heyecan duygusu yaratmayan, genelde komik ve yarı romantik sahneler eşliğinde bizi Coen tarzı bir sona götüren izlenilesi ama çok da merak edilmemesi gereken bir film olmuş. (Seslendirerek okuyorsanız bu cümleyi iki nefesle tekrar okuyunuz) Filmin tek çekici yanı ise olayların birbirine bağlanma aşamasında insan da "yappoz parçalarını birleştirirken" duyulan meraka benzer bir merak uyandırması ve kahramanlarımızın tepkilerini "kaliteli oyunculuk" marifetleriyle gözlemleme isteği yaratması"...(Tek değil iki çekici yanı varmış bu arada)
Kasmadan izlenebilir olmasına rağmen vasat bir senaryosu olmadığını da söylemek gerekir ki böyle diyerek zaten söylemiş oldum. Filmden sonra hafiften sinirlenmedim de değil. Coen kardeşler bu aralar beni biraz sinirlendirdi. Neyse saygılar...