16 Temmuz 2008 Çarşamba

Lars Von Trier ne demek istiyor?




Aslında adı hep dogma akımıyla anılmış olsa da Lars von Trier iyi bir metin yazarıdır da aynı zamanda. Trier kendine has görsel dünyalar yaratmakta pek sıkıntı çekmedi, dediğim gibi dogma akımı sayesinde de bilinen ve sevilen bir yönetmen oldu. Ancak;

iyi bir metin yazarı dedik, ne demek bu?

Geçenlerde Tuncel Kurtiz'in bir röportajını okurken bir sözü aklıma takıldı:
"İyi bir senaryodan kötü bir film yapabilirsin ama kötü bir senaryodan iyi bir film yapamazsın"
Aslında bahsetmek istediğim olaya 'cuk oturan' bir söz çünkü yönetmenin o bahsettiğim görsel özgünlüğünün dışında yazdığı mükemmel senaryoları da unutmamak gerek. Breaking The Waves, İdioterne, Dogville aklıma ilk gelenler ve son olarak da yazımızın konusu olan ve bloğumuzun güzide yazarlarından vendetta the wonderkid'in daha evvel bizlere tanıttığı Direktoren For Det Hele var. İsmi bize pek bir şey ifade etmeyen, en fazla direktor de get hele gibi saçma sapan çağrışımlara sebep olan bu film aslında bence Lars Von Trier'in o bahsettiğim metin yazarlığının zirvesi. Neden mi? Anlatıyorum.



Görsel olarak olsun, bütçesiyle olsun mütevazi bir şirket komedisine benzeyen bu film (benzersiz bir şirket komedisi için bkz:The Hudsucker Proxy) oluşturduğu dramatik yapının farklılığıyla ve en önemlisi altmetniyle ziyadesiyle sağlam ve üzerinde kafa yorulmuş bir film.
Filmin konu kısmına hiç girmiyorum, isteyen buradan buyursun.

Şirkette patron ve patronmuş gibi yapan iki önemli figür var. Üçüncü kısım ise şirkette çalışanlar. Bu kurulmuş düzen günümüzle paralel olarak tam anlamıyla temsili demokrasi ve güç odaklarını göstermekle birlikte, içinde bulunduğumuz bilgi çağının da bir metaforu. Zira aynen filmde olduğu insanların nefretlerinin, isteklerinin ve en önemlisi aldıkları bilgilerin nasıl manipüle edildiğinin mükemmel bir metaforu. Nasıl ki burada patronmuş gibi yapan birisinin insanları inandırması ve bunun sonucunda patrona karşı oluşabilecek negatif tepkileri güdülemek bu kadar kolay, şu anda şu okuduğunuz metnin bile yazılı olduğu internetten aldığımız bilgilerin de manipüle edilmesi de o kadar kolaydır. Hatta düşünün ki ilkokulda öğrendiğiniz ülke tarihinizle ilgili size anlatılanların doğruluk payları ne derecededir bununla birlikte insanları politik anlamda ve zihinsel anlamda başkalarına karşı kışkırtmak ve istediğinizi yaptırmak ihtimali bu bağlamda ne kadar olasıdır?

İnsanlar Bush'tan nefret ediyor. Ancak tüm bu yapılanları yan tarafta fotoğrafı olan şu adamın planlaması ve bunu uygulamaya koyması sizce ne kadar mümkün? Bence çok mümkün gözükmüyor ancak bir kaç ay sonra yapılacak başkanlık seçimlerinde seçilecek yeni lider belki de Amerika'ya olan bu nefreti silip süpürecek, ancak bu planları yapan adamlar hala yönetimde olacak. Bush burada asıl patronun tuttuğu temsilden başkası değil ve Trier de bunu filminde mükemmel bir metinle anlatıyor.

İnsanların patronun başkası olduğunu öğrendiklerinde yüzlerinin aldığı ifadeyi düşünün, siz farklı mı olacağınızı düşünüyorsunuz?

8 Temmuz 2008 Salı

The Assassination of Jesse James by the Coward Robert Ford



Vendetta the wonderkid'in uyarısıyla aklıma dustu ilk, hayat kısa, üşenme! And then, soforu karısıyla konusan bir hyundai h100, benim tek seritli yolda ters seriti kontrol etmem sebebiynen sag kalcama soyle bi hallendi ki thank god mesafenin uzaklıgı ve benim keskin kulaklarım bu birleşmeye mani oldu. Ölüm sanırım bayadır ilk defa bu kadar yaklastı. Lakin ben arayı acmak zorundayım, malum daha gencim. Sonra ve sonra en bi sevdiğim internet arkadasım dunya nın ölümün kokan nefesinden bahsetmesi, peşpeşe gelen medyatik sahısların ve uzak akrabaların ölüm haberleri ve benim 3 kısa gunde(yaz geldi gunler uzadı diyenlere bakmayın ben gecen baktım, hala 24 saat) bunları yasamam bunyemde herbiri ayrı ayrı habis ur halini alan usengecliği, ertelemeciliği, bugun olmaz haftaya gelciliği aldırmam gerektiğini bana hatırlattı. Tam yarın aldırırım dicektim ki bunun tedaviyi reddetmek oldugunun farkına vardım ve pek bi hosuma giden j. james filmiyle bu urların en buyuk semptonlarından biri olan actığı bloga post eklememe olayını telkinle yenmeye karar verdim. Yendiğime de inanıyorum. Bu yuzden buradayım. Bu usengeclik mevzuu bu kadar kısa anlatılacak bir şey değil ama üşengecim naapayım?



Sanırım bu kadar giriş yeterli filme donuyorum. Jesse James malum Amerikalı bi halk kahramanı, pokemonlara kadar girmiş bir figur. Brad pitt de malum Amerikalı bi halk kahramanı, dişilerimizin ruyalarına kadar girmiş bir figur. Bu ikisini birleştirmek de malum bi Amerikan işi, o da bu bloga kadar da girmiş bi iş.(bu sonuncusu pek olmadı) Yönetmen Avusturalyalı Andrew Dominik, onun nerelere girdiği hakkında pek bi fikrim yok ama daha once Eric Bana'lı Chopper'ı yonettiğini biliyorum. O da biyografik bi hikayeydi ve başarılı bir işti ki hem kendisi hem de Eric Bana sayesinde Hollywood'a geçiş yaptı. Yan roller ve yapım ekibi normal olarak baya kalabalık ve ben o kısma pek girmek istemiyorum, isteyen buradan bakabilir.


Oncelikle gorsel acıdan eşşiz bir filmle karsı karsıyayız. Her karesini muthiş bir estetik doyumla seyrettiğim baska bir film hatırlamıyorum. Bilemiyorum daha NBC seyretmedim belki ondandır. Mekan çekimlerinin yanında, şahıslara yapılan yakın çekimler de ortaya cıkan estetik kaygı izleyicide(burada bu ben oluyorum) muthiş bir şeylere tanıklık ettiği hissini bırakıyor. Destansı bir şeyler dondugunu hissettiriyor. Jesse james in Amerika'da ki konumu da sanırım bu tarz bir anlatımın secilmesinin ne kadar dogru bir tercih oldugunu ya da bu konum sebebiyle boyle bir tercihin yapıldıgını gosteriyor. Tabi ki bu gorsellik içinde Jesse James bambaşka bir yerde. Can dostum guzel insan Jef Castello nun yorumuyla tanrısal bir bakıs var kendisine. Ona hayran olmamak, duygularını aldırmakla mumkun anca, onu da yapabilecek bir tek Jason Bourne u tanıyorum, o da uzaktan.


Oyunculuga gelirsek, filmi izleyen herkes gorecektir ki Casey Affleck ya feci super bir oyuncu ya da gerçek hayatta baya ezik bir tip. İlk secenek akla daha yatkın sanki. Brad Pitt varolan karizmasının yanina Tombstone siyahlarini ve goz altı torbalarını ekleyerek tam bir idole donusmus. Oyunculugu da vasatın ustunde. Aslında oyunculuk yorumlamakta pek iyi değilim ama nasıl diyeyim falsosunu gormedim. Benim en cok hosuma giden ise Frank James karakteri. Boyle koylerde olur, herkesin danıstıgı sert amcalar, dayılar. Sozlerinden kimse cıkmaz ve buyuk saygı gorurler. Heh işte aynen onlar gibi bir dayı bu ve bence muthiş canlandırılmıs. Bıyıgı, tavrı, edası ile en cok aklımda kalan karakter oldu. Daha da uzun bi sure kalacak, yerimiz bol Allaha şükür.


Film, hikaye bazında izleyiciye kendisini şaşırtacak bir şey vadetmediğini daha bastan ismiyle deklare ediyor. Son donemde bir cok film artık bu yolda. Hikaye den cok durumlar one cıkıyor. Karakterlerin tepkileri, yolculukları artık daha bir on planda sanki. j.j. de bu tayfadan. Gerisi filmin içinde saklı, isteyen açsın kutuyu.

Tabi muzikler var birde. The Proposition ile sinema işine ikinci kez senarist kimliğiyle ilk kez western tagi dahilinde kayıt olan Nick Cave, filme bir adet cameo ve bir cok guzel parçayla hizmet ediyor. Nick Cave in muziğine aşina olanlar zaten daha tren soygunu sahnesinden kendisinin kokusunu alacaklar, elinde gitariyla gozuktugu vakit ise bi kedi gordum sanki diye bagıracaklardır. Fazla bagırmasınlar, sarkılar cok guzel, kacırabilirler.

Velhasıl kelam (muthiş bir baglama aparatı bu kelime) ayıla bayıla izlediğim bir film oldu. Sırada bekleyen filmlere ayıp olmasa cevirip cevirip izleyeceğim. Sizde izleyin.

6 Temmuz 2008 Pazar

Memento




Kimin dostu,kimin düşmanı olduğunun dahi ayırdına varamayan acizlikte,bir adam.
Hafızası ona türlü oyunlar oynarken kendini korumak adına aklındaki "kendi savunmasını oluşturan" düşünceleri cümleleştirerek not eder. Ve bu notların başına "Bunun dövmesi yaptır." yazar.
Evet,tek dostu kendi vücududur,hayatını vücuduna yazdırır,anılarını...
Dışarıda bir yerlerde hayatın gerçekten varolduğuna inanmak için "anılara" olan ihtiyacını vurgular.

Jonathan Nolan'ın "Memento Mori" adlı kısa hikayesi baz alınarak senaryolaştırılmış.
Filmin yönetmeni Christopher Nolan.
Başrollerde Guy Pearce ve Carrie-Ann Moss var.

Mallrats




Kızarkadaşları tarafından terk edilen iki kafadarın alışveriş merkezinde kendilerine bir sığınak araması üzerine çekilmiş bir komedi.
Filmde "My name is Earl" deki Jason Lee ve Ethan Suplee ikilisi abi kardeş olmadan önce de güzel işler çıkardıklarını kanıtlıyorlar adeta. Bir de Jason Lee'nin Marvel Comics'in yaratıcısı Marvel amcamla geçen bir diyaloğu vardır ki tadından yenmez!

Love in the Afternoon




Audrey Hepburn'ün kirpiklerinizde donmuş bir gözyaşına benzeyen duru ve hüzünlü yüzüne sizi hayran bırakan,en az yüzü kadar güzel olan harikulade oyunculuğuyla harmanladığı bir klasik.
Gary Cooper ve Maurice Chevalier'in de ona katılmasıyla sıkılmayacağınız bir seyirliği garantiliyor sizlere yönetmen Billy Wilder.

Garden State



Gerek müzikleriyle,gerek renkleriyle insanı garip bir şekilde mutlu kılan ve bir süre öyle bırakan bir film.Scrups dizisinde doktorculuk oynayan Zach Braff yönetmeni.
Natalie Portman ve Peter Sarsgaard ona eşlik ediyorlar.
Bu filmi bir kış günü izleyip iliklerinize kadar ısınabilirsiniz.

Dick Tracy





Warren Beatty'nin yönetip de başrolünü oynadığı filmde ona;Al Pacino,Dustin Hoffman,Madonna,Glenne Headly,Kathy Bates eşlik ediyorlar.
Chester Gould'un çizgi romanından uyarlanmış bu filmde,güçlü bir gangstere diş bileyen polis departmanına bağlı olsa da biraz başına buyruk takılan dedektif'in hikayesini izliyoruz.
Film çekim atmosferi ve oyuncularıyla sizi kapıp götürüyor.

Altered States



1980 yapımı bir Ken Russell filmi.Paddy Chayefsky'nin romanından beyaz perdeye uyarlama.

İnsan soyunun maymundan geldiği konulu teoremin,kek tarifi gibi uygulamalı pişirimini görüyoruz.Bir bilim adamının kendisini bir tankere kapatarak farklı bir türe dönüşebileceğine olan inancını,pratiğe dökme çabasıdır anlatılan.Başroldeki William Hurt
harika bir iş çıkarmış.

Direktoren For Det Hele




Lars von trier harikası bir absürd komedi...

Filmdeki anlatıcı iyi bir etki bırakıyor üzerinizde. Broker 5 lakablı ekibin bir patronu var ve bu patron onlara kendini bir iş arkadaşı olarak tanıştırıyor patronluk yapmayı beceremeyen değil patron olarak görünmeyi beceremeyen bir patron bu işleri el altından yürütürken çalışanlarına kendisinin amerika'da yahut şurda burda olduğunu söyleyip ara sıra onlara mail atıyor. Patronları hakkında bildikleri kısıtlı olan işçiler bir gün patronlarının onlara patronluk taslasın diye tuttuğu patronların patronu ile tanışıyorlar ve gizli patron broker 5'ı arkasında bırakarak şirketi danimarkalı birine satmayı planlarken,patronların patronu nam-ı diğer aktör parçası gambini olaya el atıyor ve danimarkalı ona en güzel bir şekilde " midebulandırıcı duygusallığın için teşekkürler" diyor. Derken işler çözümleniyor patronların patronu oyunculuğunu asıl patron da saman altından yürüttüğü suları açıklıyor film biterken yönetmen alçakgönüllülükle (bana göre) özür diliyor seyirciden;daha azını ve daha fazlasını bekleyenden...

Voksne Mennesker

Yumuşacık bir film , siyah beyaz bir hikaye , iki dost, biri tuhaf bir klinikte çalışıyor(Morfar) diğeriyse(Daniel) duvarları boyama gibi bir işle meşgul... Klinikte çalışan,şişman olan,aynı zamanda hakem olmak istiyor ama namümkün çünkü şişman,unlu mamüller satan bir dükkanda çalışan bir kızı seviyor ama kıza bir türlü söyleyemiyor bir gün duvarboyayıcı arkadaşıyla gidiyorlar fırına,şişko arabadan inip dükkana giriyor,o sırada kızın kafası iyi,anlarsınız işte almış bişiler,şişko girer girmez ona cilveli cilveli bakıyor ve sanırım seni seviyorum diyor,şişko kızarıp kaçıyor sonra boyayıcı giriyor içeri kızdan bişi istiyor satın almak istediği falan yok öylesine... Kız verirken başı dönüyor ve kusuyor bunun üstüne Daniel,Franc'ı evine götürüyor.
Daniel,Franc'ı evine bırakıyor ama Franc onu bırakmak istemiyor Daniel'de o iyice uyuyana kadar bekliyor.Daniel,Franc'la buluşacakları kafeye önceden gidip garsona Franc'a nazikçe onun gelmeyeceğini söylemesini ve bir kahve vermesini söyleyip kahve için biraz para veriyor ve çıkıyor bir hışım yüzü asık biraz yürüyor. Franc kafeye giriyor garson bir şeyler geveliyor tam o sırada Daniel içeri dalıp adamı yolluyor ve Franc'a bir hastalığım var diyor başım ağrıyor midem bulanıyor vs vs Franc gülümseyip şöyle diyor "Belki de dünyanın en yaşlı hastalığıdır.". Daniel de "Verem mi?" diye soruyor. Franc onu öpüyor ve şöyle diyor "Geçti mi?".
Daniel şişko arkadaşıyla arasını iyileştirip diğer yandan da Franc'ın büyükannesiyle tanışmaya gidiyor.Franc büyükannesine bir şey almak için evden çıkınca kadın ölüyor.Elinde poşetle dönerken ambulansı görüyor Franc yolun ortasında,ağlamaya başlıyor Daniel'de onu yatıştırmaya uğraşıyor.İlişkileri devam ederken Franc hamile olduğunu öğreniyor ve doktora gitmeye zar zor razı oluyor Danielcik.Daniel'in küçük beyaz arabasıyla giderlerken köprü geçişi duraklıyor o sırada cama yaslanmış uyuyan Franc'a bakıyor Daniel ve hikayemiz bir kaç saniyeliğine renkleniyor.Duygusal bir bakışla evet film orada bitmeliydi diyorsunuz enfes bir son,sonsuz bir son olurdu belki de diyorsunuz ama devam ediyor film.Sonunu merak edenlere izlemelerini öneririm.


resimler

5 Temmuz 2008 Cumartesi

5. Akbank Kısa Film Festivali


15-25 Aralık tarihleri arasında bu yıl 5. kez gerçekleşiyor.
Festival için kısa film başvuruları şimdiden başladı (son katılım tarihi 13 eylül 2008) :
Yalnızca izleyici olmaksa amacınız:
Akbank Sanat :
İstiklal Caddesi Zambak sok.
No:1 34435 Beyoğlu-İstanbul
0212 252 35 00 / 01

Not:Tüm gösterimler ücretsizdir,gösterimden yarım saat önce gidip danışmadan davetiyenizi almanız yeterli.