23 Aralık 2008 Salı

Das Leben der Anderen


Sinemanın bir kaçış oldugu, monotonluga boyun hizasına kadar batmış olan tuketici için hava kacıran can simidi misali kısa süreli bir rahatlama, analojinin dışına cıkar isek bulundugu yerde olmama, başkası olma hissi yarattıgı pandoranın kutusunun içindeki sır değil. Her bir macera, her bir korku, her bir romantik komedi, her bir bla bla kahramanın yerine kendimizi koydugumuz kadar hoşumuza gidiyor. Ote tarafta bu görsel sanat, görselliğinin de sağladığı kolaylık ile dış görünüşümüzden yaşam tarzımıza kadar bir çok bize etki ediyor, değiştiriyor, sahip oluyor. Sanırım trend denilen de dar cercevede bu oluyor.


Das Leben Der Anderen de bu on bilgilerle okundugu vakit uzerine oturtuldugu ajan, dogu almanya, sosyalizm, ... iskeletinin bir miktar dışına çıkabiliyor. Kahramanımız sinema tarihinin en şaşalı mesleği olan ajanlık muessesinin elemanlarından biri olmasına rağmen gayet monoton bir hayata sahip. Kendisi izleme görevininde olan bir istihbarat memuru. Tabi görsel materyali bizimkilerle karşılaştırıldığı vakit kısıtlı. O daha çok sesler üzerinden devam ettiriyor kaçışını. İzlediklerinin(dinlediklerinin) sıkıntılarına, sevinçlerine, korkularına ortak oluyor. Onların sevişmeleri ile kanına dolan tutkuyu, fahişe dostuyla bastırıyor. Benim Neil Mccauley i sevmem gibi o da kahramanlarını seviyor benimsiyor. Benim elimde olmayan imkanlar onda var ki, "filmi"nin işleyişine mudahale edebiliyor, o vakit bizde Dogu Almanya iskeletine geri dönüyoruz. Ondan sonrası ise spoilera giriyor, benim girmeye niyetim yok. Das Leben Der Anderen bu okumayla sinemanın filmi oluyor. Sinemaseverin filmi oluyor. Bizim filmimiz oluyor. Bu da kendisini daha değerli kılıyor gözümde, bilmem alman kardeşim ne düşünür bu konuda. Ek olarak filmde ajan kardeşimiz tarafından izlenenlerin bir senaryo yazarı ile bir oyuncu olması okumanın iskeletle birleştiği bir başka noktadır ki, değinmeden geçmeyeyim, yedi de kaçtı demesinler.

20 Kasım 2008 Perşembe

Max Payne


Çıkan iki oyunu da yok satmış, dünya genelinde çok sayıda fanatiği olan bir oyundan beyazperdeye aktarılan Max Payne özellikle oyunu sevenler tarafından merakla beklendi.
Oyunun kalitesi göz önüne alınınca filmden de beklenti büyük oldu.

Oyuna bire bir benzeyen bir film bekleyenler hayal kırıklığına uğramış olabilir; fakat yapımcılar sadece oyunu sevenleri dikkate alsaydı seyirci kitlesini de belli bir kesimle sınırlamış olurdu. Zaten koca oyunu 2 saat 5 dakika içerisine sığdırmak pek mümkün olmazdı. Bu yüzden genel bilgilere sadık kalarak biraz da senaryoyla oynayarak film ortaya çıkarılmış. Ben şahsen daha gerçekçi kurgular, daha kaliteli silah sahneleri içeren, bol aksiyonlu ve fantastiklikten uzak bir film beklerdim. Fakat bu sefer de Max Payne oyununu diğerlerinden farklı kılan kendine has özellikleri gibi filmini de diğer filmlerden ayıran pek bir karakteristik özelliği kalmayabilirdi. Bu açıdan senaristlere ve yönetmene de hak vermek lazım. Yine de filmde olması gereken “sürükleyicilik” pek yok gibi. Oyundaki Max’in marifetleri de es geçilmiş. Biraz “sakin” ve yetenekleri arka plana atılan bir karakter olmuş. Oyunu oynamamış olanlarla, silip süpürmüş olanların alacağı tatlar da farklı olabilir tabi.

Mark Wahlberg seçilebilecek en iyi Max Payne olmuş diyebilirim. Rol üzerine tam oturmuş. Abartırsak “Sanki oyundan çıkıp gelmiş” de diyebiliriz. Diğer oyuncular: Mona Sax rolünde Mila Kunis, BB Hensley rolünde Beau Bridges ve Jason Colvin rolünde Chris O Donnell…

Ne iyi ne kötü diyorum. Yorumlara aldırmadan izleyin kararı siz verin. Imdb puanı, filme “vasat” etiketini yapıştımış bu arada.

17 Kasım 2008 Pazartesi

yirmidörttebir #2 - clerks

Kevin Smith'i üne kavuşturan bağımsız mı bağımsız 'çiğ' bir filmdi Clerks. Teknik yetersizlikler, parasızlık filmi erişilebilir kılan, yahu ben de yapardım bunu dedirten, samimi gözükmesini sağlayan en büyük sebepti. Yine de Kevin Smith kariyeri boyunca iyi bir kaç film daha çekti ama hiç biri clerks kadar samimi gelmedi, en azından kendi adıma konuşayım. Aşağıdaki karede de KS'in yarattığı ve diğer filmlerinde de yer verdiği; ot satarak geçimlerini sağlayan, boş beleş ikilisi Jay ve Silent Bob'ı görüyoruz.


Bu sahne ise filmde hiç bir amaca hizmet etmiyor. Jay saçma sapan bir şekilde dans ederken Silent Bob da öylecene duruyor. O yüzden de bu ikilinin saçma'lığını, absürdülüğünü hissettiren iyi bir kare. Ayrıca Kevin Smith'in parasızlıktan siyah beyaz çektiği filmin estetiğini yansıtan hoş bir ışık gölge resmi.

El Laberinto del Fauno


Franco döneminin İspanya’sında isyancılarla yapılan savaşın tam ortasında küçük bir kızın yaşadığı masal…Dünya’nın karanlık gerçekleri: “Acımasızlık ve şiddet” le çevrili bir yerde Ofelia’nın fantastik macerası…Hayal ve gerçeğin yarattığı keskin tezatlık…

Ofelia, bir İspanyol komutanın şanını devredeceği muhtemel erkek çocuğunu taşıyan annesiyle ormanın içlerindeki bu yere gelir.Bir uçan böceğin peşinden masalının başlangıcına yol alır. Periler ülkesinin prensesi olmak için Pan’ın dediklerini aynen yerine getirmelidir. Bu sırada savaşın içinde tuzaklar, planlar dönmektedir. Savaşın gerçekleriyle yüzleşmek mi? Masalının vaat ettiği hayallerine kavuşmaya çabalamak mı?

Konusu itibariyle bir çocuk filmini andırsa da aslında yeri geldiğinde sert şiddet sahneleri de içeren “yetişkinler için masal” olarak da tabir edilen bir Guillermo Del Toro filmi. Farklı ve ürkütücü yaratıklar, gerçekçi silah sahneleri ve çatışmayı her yönüyle gözler önüne seren atmosferiyle seyirciyi filme çekmeyi başarıyor.

Mutlaka orijinal dilinde seyredilmeli. Dublajlı izlenirse vereceği etki yarı yarıya azalır diye düşünüyorum ki dublajlısını da görmüşlüğüm vardır.

16 Kasım 2008 Pazar

THE PRESTIGE



Sihirbaz size bir şey vaat eder: "Kuşu yok edeceğim." Sonra dönemece gelinir: Kuş yoktur.Ama alkışlar henüz gelmez.Sıra en önemli kısımdadır: Prestij kısmı.Sihirbaz kuşu geri getirir.En azından bizim gördüğümüz budur.Alkışlarız.Biz kandırılmak isteriz ama küçük bir çocuk basit ve masumca bir yaklaşımda bulunup ağlamaklı söylenebilir: "Hayır o değil.Kardeşi nerede?"

İki sihirbazın yolları ortak olmak için kesişir.Onlar için basit, izleyici için endişe verici bir oyun ufak bir hatayla beklenmedik şekilde sonlanır.Seyircilerin endişesi, bu sefer yerini şaşkınlığa ve alkışlara bırakmamıştır.İki arkadaş artık iki ezeli rakiptir.Üstünlük kurma yarışında şaşırtıcı tuzaklar ve diğerinin oyununu bozma çabaları...Meslekleri bir tutkudan saplantıya dönüşen ve yarışta önde olmak için gözünü iyice karartan iki adamın intikam ve üstünlük mücadelesi...En iyi olmak, en fedakar olmak ve en çok bedeli ödemek midir? yoksa en kurnaz ve en acımasız olmak mı?

Bir Chirstopher Nolan filmi.Başrollerde Hugh Jackman,Christian Bale,Michael Caine ve Scarlett Johansson gibi usta isimlerle, şaşırtan, merak ettiren ve sonunda alkışlatan bir başyapıt...Nicola Tesla'ya hayat veren David Bowie'nin performansını da es geçmemek lazım."Harbiden böyle bir adamdı galiba" dedirtecek kadar etkileyici oynamış.
Özellikle kostümler ve dekorlar dikkat çekici.Olduğu dönemi yansıtan ve göze hitap eden unsurlar olarak göze çarpmışlar.İnsanı sürekli filme yoğunlaşmaya zorlayan bir atmosfer yaratılmış.İkinci kez seyredildiğinde bile aynı tadı verebilmesinin sebeplerinden bazıları da bunlar olsa gerek.
Etkileyici bir sonla "prestij" ini sunmayı da ihmal etmemiş Nolan.Her ne kadar çoğu şeyi anladığımızı düşünsek de bizi yeniden izlemeye zorlayan bir film olmuş.Kaç kere izlerseniz izleyin aslında hala tam olarak anlamadığınızı sanabilir ya da anladığınız şeylerin anladığınız gibi olduğundan şüphe edebilirsiniz.Bu da seyirciye "düşünme ve kafa yorma" imkanı sağlamış.Sanki Nolan da tam olarak anlaşılmayı istememiş. İzlenmeli...

RIGHTEOUS KILL




Yıllarca sayısız cinayetin faillerini ortaya çıkarmak, suçluları, kanunsuzları sokaklardan arındırmak için çalışan iki başarılı, tecrübeli dedektif... Artık mesleklerindeki son demlerini yaşayan bu ikili "adalet" i sorgulamaya başlamıştır. Bazen masum bir insan öldürülür, faile ulaşılır ama ceza "adil" olmaz. Onlar mesleklerini, amaçlarını, kanunları sorgularlarken başka faili meçhullerle de uğraşmaları gerekmektedir. Bu sefer cinayetler biraz farklıdır. Kanundan kaçmayı başarmış suçlular birer birer öldürülürmektedir. İkili için ise bu esrarengi cinayetler, aslında verilmekte geç kalınmış cezalardır. "Kanunsuzluk" kendi içinde çelişmektedir. Fail kendini "şehrin azizi" ilan etmiştir. Kurbanlarına işaretler bırakmayı da ihmal etmez. Her cinayette bir karta yazılmış farklı bir şiir. Şiirler, tam da akıllardaki çelişkiler, sorgular ve duygularla örtüşen cinsten. Katil mi? Kanunsuz mu? yoksa aslında "adil" olanı uygulayan "kahraman" mı? Taktir mi edilmeli? Yoksa infaz mı?

Başlarda Robert De Niro ve Al Pacino gibi iki dev aktörün rolleri aynı ağırlıkta değil gibi gözükse de, sonlara doğru bu "adaletsizlik" de çözülmüş sanki. Filmin başlarında da gösterilen, amatör bir kamerayla çekildiği belli olan ve dedektiflerden birinin "sorgu" da çekilmiş konuşması gibi duran video kaydı, sonlara doğru hem rol ağırlıklarını dengeleyen hem de seyirciyi ters köşeye yatıran bir unsur olarak kullanılmış. Ama bu unsur yine de filmden kopuk, gereksiz ayrıntı gibi gözükmekten kurtulamamış. Konusu itibariyle "şehrin azizleri" ni andıran ama kalitesi itibariyle ona pek yaklaşamayan yine de izlenilesi bir film. Oyunculuk resitali görmek ve biraz da heyecanlanmak isteyenler için gayet uygundur.

11 Kasım 2008 Salı

Devrim Arabaları



Ünlü ilk gençlik geyiklerinden biriydi benzini koyulmadıgı için bozuk zannedilen turk arabası devrim. Az dalga konusu olmamıstı lise sıralarında. Devrim arabaları bu sehir efsanesi kıvamındaki hikayenin arka planını anlatmaya soyunuyor. Bunu da Turk sinemasının uvey evlatlarından olan dokudrama janrına oturtuyor. Bir de yine pek yetkin olmadıgımız donem filmi yapısı var işin içinde. Tum bu arkaplanı nedeniyle en basta proje olarak ovguyu hakediyor. Sinemamızın komedi - dram - macera üçgeninin dışında bir çalışma ve bir de misyon edinmiş kendisine, dar anlamda turk sanayisinin, geniş anlamda turkiye nin az gelişmişliği üzerine de soylemek istedikleri var. Burokrasinin kokusmuslugu var, vizyonsuzluk var. Ben de muhendis formasyonuna sahip olmamdan mutevellit oturdum dinledim, guzel konusuyor.

Film, Araba yapmak için 4 ayı olan bir grup muhendisin hikayesini anlatıyor. Neden 4 ay demeyin, biz imkansız edebiyatını, ters motivasyonu, plansızlıgı, emrivakiyi seven bir milletiz. Yer yer işe yaramıyor da değiller(bkz. fatih terim). Bu emri vakinin sonunda işe hevesli bir grup muhendis toplanıyor ve işe koyuluyorlar. Bunların arasında kaşar muhendis - taze muhendis - usta başı gibi turk sanayisinin iç dinamiklerini de görmek mümkün. Gerisi spoilera girecek, ben girmeyeceğim.

Film, dekor tasarımları (atolye dısındaki mekanlar - sokaklar - ankara sekansı vs.) nedeniyle yer yer gerceklik duygusunun kaybolmasına neden olsa da genel olarak izleyiciyi filme konu olan ugrasın içine çekmeyi başarıyor. Otomobilin üretim sürecinde de bir miktar eksik aktarım var sahsıma göre. Bu işin zorlugunun vurgulanmasına da engel oluyor. Sanırım buradan calınan sure karakterlerin ailelerine yogunlasmak için kullanılmıs. Bu da filmi belgesel olmaktan kurtaran öğelerden biri. Bir denge durumu var ve bu tum bu planları anlamlı kılıyor.

Cok gorkemli bir oyuncu kadrosu var karsımızda. Hepsi de yeteneklerini sergilemiş, kacak oynayan yok. yalnız Altan Gördüm ve Onur Ünsal burun farkıyla öne geçmişler ya da ben taze muhendis olmam nedeniyle adam kayırıyorum, bilemedim.
Son olarak diyeceğim sudur ki, Turk sinemasının son donem incilerinden film, gereken deger verilmeli diyor, klaveyimi kırıyorum.

http://www.devrimarabalari.com/

3 Kasım 2008 Pazartesi

Butter

Gerrard mali durumu yerindeyken her şeyi arkasında bırakıp berduşluk yolunu seçer, Dorothy bu durumu içerler ama onu işe başladığı izbe kitapçının üst katındaki loş ve bilhassa boş dairesinde ziyaret eder.

Hayattan alabileceği zevklerin sonuna gelen adamların bilindik inzivaya çekilme durumunu Alan Cumming'in sade ve sevimli anlatımıyla izliyoruz. Helena ve Richard ise oyunculuklarıyla göz dolduruyorlar.


filmle ilgili bilgiler için:
Butter .

18 Ekim 2008 Cumartesi

The Hurt Locker - Savaşa Kadınsı Bir Bakış Açısı Mı?



Hiç zannetmiyorum. Kathryn Bigelow her ne kadar Amerika'nın en önemli ya da bilinen kadın yönetmenlerinden biri olsa da çektiği filmlerde kadına has bakış açısı yakalamak olası değildi. Daha çok aksiyon filmleriyle tanınan yönetmenin en bilinen filmleri Point Break, The Weight of Water, Strange Days. Bu filmlerdeki aksiyon sahnelerindeki başarı dikkat çekici olsa da hafiften bir sistem eleştirisi sosu da gözden kaçacak gibi değildi.



Son filmi The Hurt Locker da Irak'da geçen bir savaş filmi. Toronto Film Festivalinde gösterilmiş, Venedik'te Altın Aslan'a aday olup aynı festivalden bir iki teselli ödülüyle yetindi. Her ne kadar en iyi film ödülünü alamasa da Venedik'de kazandığı ödüller onun gibi bir sinemacı için oldukça dikkat çekici. Şu ana kadar Amerika'lı hiç bir dağıtımcının almaya yanaşmadığı filmin Amerika'da ve dünyada ne zaman gösterime gireceği belli değil. Ancak De Palma'nın Redacted'ına benzeyen yapısından söz edenler var.
Bu ilginç filmle ilgili bir trivia bilgi vereyim; filmin dökümanter yapısına katkıda bulunmak adına 4-5 aktüel kamerayla 200 saatlik çekim yapılmış ki bu filmin 2 saatlik versiyonunun 100 katı bir uzunlukta kaba çekim demek. İlgi çekici olansa bu oranın Apocalypse Now'dan bile fazla olması.

1 Ekim 2008 Çarşamba

yirmidörttebir - In Bruges

"yirmidörttebir" son zamanlarda aklımda zaten vardı da kısmet bugüneymiş. Godard'ın ünlü "sinema saniyede 24 defa gerçektir." sözüne atıfta bulunarak adını koyduğum bu postta bazı filmlerden tek bir kare alıp yorumlaya çalışacağım. Favori kare olur, çok şey anlattığını düşündüğüm an olur, kendi adıma kareyi seçerken kesin bir kriterim yok.
Blogdaki diğer arkadaşlar da katılırsa gelenek halini alır, iyi olur. Şimdilik ben tek başıma başlıyorum. İlk kare In Bruges filminden.


In Bruges, yönetmen Martin McDonagh'ın 2008'de çektiği ilk uzun metrajı. İlk filmi olmasına rağmen oldukça sağlam sinematografi ve senaryoya sahip. Ayrıca filmde Colin Farrell ve Brendon Gleeson başrollerdeler ve onlar da çok iyi performanslar ortaya koyuyorlar. Kısaca (ama çok kısaca) film, iki kiralık katilin brüje iş için gelip çeşitli iç hesaplaşmalara girmelerini anlatıyor.
Yukarıdaki kare de filmin ilk dakikalarında geçen; geldiği şehri keşfetmek isteyen ve tarihi yerlerini gezen Ken'in(Gleeson) çıktığı çan kulesinde metaforik olarak aşağıdaki meydanda bulunan Ray'e(Farrell) silah doğrultması sahnesinden. İlerleyen dakikalarda filmin büyük bir kısmının o meydanda geçmesi ve spoil etmek istemediğim bir çok harika detay dolayısıyla oldukça önemli ve benim için de filmin 24 karelik saniyeleri arasında en sevdiğim "yirmidörttebir."

29 Eylül 2008 Pazartesi

The Soloist


Yönetmen Joe Wright, kadroda Jamie Foxx, Robert Downey Jr. var. Film; bir gazetecinin, hikayesini hazırlamak amacıyla sokakta çello çalan bir şizofrenle arkadaşlık kurmasını anlatıyor. Oscar düşünülerek yönetilmediyse zevkli bir film olur diyorum ben. Cilalı olduğunda işin suyu çıkıyor çünkü.
21 Kasım'da Amerika'da gösterime giriyor, buraya ne zaman gelir bilinmez.

28 Eylül 2008 Pazar

Butch Cassidy Öldü


Gençken çok yakışıklıymış, onlarca filmde oynamış ama benim gibi çoğu kişi için de Paul Newman dendiğinde ilk akla gelen Butch Cassidy'dir. Kendisi 83 yaşında akciğer kanserinden hayatını kaybetmiş. Sundance'in başı sağolsun.

22 Eylül 2008 Pazartesi

Ashes of Time Redux


Wong Kar Wai'nin stilize görüntüleriyle bezediği aşk masallarının dışında ilginç denemeleri de mevcut. İşte bunlardan bir tanesi de içli bir karate filmi olan Ashes of Time. Kısaca, aşkına karşılık bulamayıp kendini çöllere atan, 'paralı askerlik' yapmaya başlayan Ouyang Feng'in yalnızlığını keşfedişini anlatan bir film. Oldukça da ilgi çekici bir olay örgüsü olmasına rağmen piyasada mevcut olan kopyanın tek kelimeyle berbat olması ve altyazılarının yetersiz olması yüzünden filmi takip etmek bir hayli zordu. İşte şimdi wkw buna bir çözüm getirmiş nihayet. Filmin redux versiyonunda temizlenmiş görüntünün dışında kurguda ufak bir iki değişiklik var. Filmekiminde de yer alacak bu filmi kaçırmayın derim. Bizim zamanımızda yoktu böyle şeyler.

9 Eylül 2008 Salı

Ferris Bueller's Day Off



Hollywood'un kendine has gençlik patlaması..

Sinema dergisinin unutulmaz duş sahneleri köşesine de girmiş ''punk'' duş sahnesi ve içerisindeki diğer bütün sıradan öğrenci(nin)lerin çılgınlıklarını zevkle izleyebilirsiniz.Matthew Broderick'in formunun zirvesinde olduğunu söylebileceğimiz zamanlarından bir
John Hughes filmi.
Filmin süpriz oyuncusu da hollywood'un kötü çocuklarından ex-evliveçocuklu şimdinin müzmin bekarı
Charlie Sheen.

8 Eylül 2008 Pazartesi

Kim ki-duk Güncesi





Güney Koreli sinema efsanesi
...



diyor ki '' İçinde yaşadığımız dünyanın bir ilüzyon mu yoksa , gerçek mi olduğunu söylemek gerçekten güç.'' 3-Iron

diyor ki ''Size bir kötü adam izletiyorum,yaptığı kötülüğü asla bırakmayacak ama siz acıyacaksınız ona. Onun yüzünden içiniz acıyacak hatta.'' Bad Guy

diyor ki '' Size bir aşk üçgeni izleteceğim,tutku ve cinsel arzu da karışacak içine ama siz asil duygularla gözyaşı dökeceksiniz bir üçgen için.'' The Bow

diyor ki '' Geriye dönemeyeceğiniz hatalar yaptığınızda, hatalar sizi bir trajediye sürüklerse artık o hataları anı belleğinizde canlı tutarak yapayalnız bir hayat yaşayacaksınız.'' Samarian Girl

ve diyor ki ''Zaman sizi yaşlandırmak yerine gençleştirirse ve buna siz sebep olsanız. Tek bir operasyonla kendinizin anti-aging'i olsanız yani.Sonrası ne mi? Geçmişinizden kimse tanımayacak artık sizi,o bile... Ve siz yaşlı yüzünüzü ve mutlu kalbinizi geri isteyeceksiniz..'' Time


The isle

Aşk neleri kapsar,affedici midir? Yüksek dozda şehvet içermesi mi gerekir?
Ya da belki bu film sadece ''Hangi akla hizmet aşık olduğumuzu sanırız ki? '' demektir.
Afallatan bir dili vardır,yalın olmasına rağmen. Gerilim içerir. Bu filme aşk filmi diyenin belki de kahvaltıda peynir ekmek yememesi gerekir. Kısacası bir adam ve bir kadın üzerinden mistik bir mekanda ilişki kuramının çözümlenmesi... Sonu ise benim için fazlasıyla muallakta.Bir kaçağın kaçamadığı bir kaçıklık sarkacı.

Hani belki de kargacık burgacık diyebileceğimiz baklava içleri gibi ama alabildiğine şerbet tadı da bırakmıyor değil. İzlerken rahatsız olmanıza rağmen geri duramıyorsunuz.
Kim ki-duk'un bu güzideyi 2000 yılında çekmiş olduğunu da hesaba katarsak milenyum karmaşası içerisinde bir yer açma adımı olarak da nitelendirebiliriz belki.

Lütfen mutlu mesut , sevgilinizin kollarında , yahut yalnız takılanlardansanız (benim gibi)
bi elinizde çayınız öbüründe pop corn'nunuz yerdeki minderin üstüne kedi gibi kurulup izleyin bu adamı,dünyanızı sarsmasına izin vermeyin ama onu sevin!

4 Eylül 2008 Perşembe

Basitçe Amerika'dan Dizi Adına Çıkmış En İyi Şey - The Wire



Alan Moore da söylüyor bunu, sadece ben değil. Alan Moore da Watchmen'in yaratıcısı. İddialı gözükebilir ama izledikten sonra hak vermemek elde değil. Bu arada inanmayanlar şuradan Alan Moore'un söylediklerine bakabilirler.

Gelelim diziye. Dizi ilk sezonda Avon Barksdale isimli bir uyuşturucu satıcısının polis tarafından 'kovalanmasını' anlatıyor. Bunu yaparken çeşitli yollara başvuruyorlar. Bunların arasında suçluların telefonlarını dinlemek de var ki dizinin ismi de buradan geliyor. Ancak dizi öyle çok yüksek bir tempoya sahip değil. Havalı polisler, müthiş başarı hikayeleri yok. Ancak bunların aksine mükemmel karakterler ve sosyolojik gözlemler mevcut. Ayrıca olay örgüsü, oyuncu seçimi, orada yaşayan 'fakir' insanlar yani zencilerin jargonuna o kadar hakim biz dizi ki şaşırıp kalıyorsunuz. Hatırladığım kadarıyla bunun başlıca sebebi dizinin yaratıcısının bu insanlarla bir şekilde bağlantısı olması ve dizide yer alanların bazılarının hakikaten o dünyanın içinde gelmiş olması.


Daha önce bahsettiğim gibi dizinin maharetleri saymakla bitmiyor; mesela ilk sezonda Avon Barksdale ismine yoğunlaşan dizi ikinci sezonda bu hikayeyi teğetsel olarak işlemeye devam ediyor ancak peşinde oldukları adam bu sefer Frank Sobotka oluyor. Şimdi bu isimleri size saydığımda hiç bir anlam ifade etmediğini tahmin ediyorum ancak karakterleri tanıdıkça onları bir yakınınız kadar sevmeye başlıyorsunuz. Ve dizi olay örgüsü o kadar iyi işleniyor ki olaylarla hiç bir alakası olmayan insanlar iki sezon sonra başrolde olabiliyorlar, hiç bir şey boşuna yazılmıyor. Aynı anda bir kaç paralel öykü işleniyor ve bunları istediklerinde kesiştiriyorlar ve bu gelişmeleri hayranlıkla izleyebiliyorsunuz. Ayrıca her sezonda da farklı bir alandaki çürümüşlükle ilgileniyorlar. Liman işçileri, eğitim sistemi, politika...

Bu diziden bahsedip de Omar Little'dan bahsetmemek olmaz. Kendisi dizinin en ilginç karakteri. Tam anlamıyla bir 'öteki' simgesi. Zenci, suçlu, katil ve eşcinsel. Evet, böyle de ilginç bir karışım. Ancak bu izleyeni hiç rahatsız etmiyor ya da zorlama gelmiyor; o kadar doğal.
Dizinin dili de tam anlamıyla cnbc'de yayınlanamayacak kadar argo içeriyor. HBO dizisi olması itibariyla her konuda cesurlar.

Son olarak tek cümlede şunu diyeyim; devletteki yolsuzluklar, rüşvet, hasır altı, onursuzluk, dürüstlük, her zaman kötünün cezasını bulmadığı mükemmel bir karışım.

31 Ağustos 2008 Pazar

Coppola Ustasına Teknoloji Öğretiyor



Belki hatırlarsınız Kurosawa amcamızın başı mali yönden sıkışmıştı da Coppola ve Lucas ona yapımcı olarak destek olmuşlardı, ortaya Kagemusha gibi bir film çıkmıştı. İşte yukarıda da çok hoş, Coppola ustasına yeni çıkmış polaroid makineyi gösteriyor, nasıl çalıştığını 'öğretiyor'.

30 Ağustos 2008 Cumartesi

Guy Ritchie mi Quentin Tarantino mu?

Guy Ritchie gerçeği ile tanışmam, başlıktaki soru sayesinde olmuştu. Zamanın behrinde, ki bu 2000 lerin başlarına tekabul ediyor, okudugum bir derginin unlu bi arkadasımıza yaptıgı anketin sorusuydu. O vakitler sinema sanatı benim için bu kadar da derinlige sahip değildi. Bruce Willis en iyi aktordu, Quentin Tarantino ise Hulya Avsar'ın cok begendiğini soylediği Jackie Brown un yönetmeni idi. Guy Ritchie nin de bu yonetmenle karsılastırılan bir diğer yonetmen oldugunu o anket sayesinde öğrendik. Esasında postu yazma amacım Rocknrolla nın Grikamera prömyerini yapmaktı lakin Guy Ritchie nin de kişisel tarihimdeki yerinin genel izleyici üzerindeki yeri hakkında bir takım ipuçları vereceğini düşündüm. Oldukca yetenekli bir yönetmen oldugu ortada, lakin evliliği ve bazı tercihleri sevenleri için hep soru işareti olarak durmakta. Neyse biz sineması ile devam edelim; simdi bu guy ritchie denilen adam, kamerasina hakim, sucu ve sokagi gostermeyi seven biri. lock stock and two smocking barrels ve snatch den sonra bi miktar uzaklasti bu dumenden. revolver diye bir sey yapti ki esasinda dolu bir film olmasina ragmen izleyicisini pek tatmin etmedi. ama simdi geri donuyor. rocknrolla diyor, bole silah falan gostertiyor munzur munzur. gerard the leonidas butler i de yanina almis. ver elini londra ondan sonra, ade buyrun bakam:



17 Ağustos 2008 Pazar

Güldüren Cenaze


Türkiye'de cenazede ölüm adıyla çıkan bu filmin orijinal adı death at a funeral. Yönetmeni Frank Oz. Son zamanlarda kara mizah adına yapılmış filmler arasında kayda değer bir çalışma. Bol bol klişe kullanımı var, sinema anlamında çok etkileyici değil ama komedinin ilk şartı olan güldürmek olayını yerine getirebiliyor.

Film kısaca, babalarını gömmeye hazırlanan iki kardeşin bir anda ortaya çıkan ve onlara şantaj yapan cücenin ortaya çıkmasıyla işlerin sarpa sarmasını anlatıyor. Filmde ağrı kesici hap yerine uyuşturucu alıp kendinden geçen, kaybettiği kızın peşinden koşan ve ilginç bir şekilde kendine güvenen loser, huysuz ihtiyar gibi bilindik ama yine de komik bir çok karakter var.



Aslında bu kadar arıza karakterin bir araya gelmesi uyuşturucu hap, ailede karşılıklı komplekslerin daha önce gündeme gelmemesi ve bunun cenazede ortaya çıkması gibi olaylar klişe gözükse de filme bir kez kendinizi kaptırırsanız bir çok anında kendinizi kahkahalarla gülerken bulabiliyorsunuz. O açıdan eğlenceli bir film. İzlemek lazım.

8 Ağustos 2008 Cuma

Popüler Olmak, İnek Olmak, Cool Olmak...


Lise döneminde ben de severdim insanları kategorize etmeyi, hala da seviyorum gerçi. O zamanlar daha zevkliydi sanki, belki de daha masumane. Şimdi olayı dramatize etmek istemiyorum ama hayatın sıkıcı temposuna şahit oldukça lisenin dalga geçilen öğrencisi olmaya bile razıyım. kah güldük kah nostalji yaptık, konumuza gelelim. :)


The Breakfast Club seksenlerin ortalarında çekilmiş bir gençlik filmi. Artık klişeleşse de yukarıda saydığım özelliklere sahip bir grup gencin haftasonu ceza olarak okullarında bir sınıfta ders çalışmaya zorlanması sonucu birbirlerini keşfetmelerini, empati yapmalarını anlatan güzide bir film.
Yönetmeni de Evde Tek Başına serisinin yaratıcısı John Hughes. Bu amca yaklaşık 20 yıldır film çekmiyor ancak hala yazmaya devam ediyor. Yazdığı filmler arasında beethoven serisi, just visiting, drillbit taylor, ferris bueller's day off gibi ilgi gören eğlenceli filmler var.



Ancak tabi ki The Breakfast Club'ın yeri ayrı ve film artık klasikleşmiş bir kült statüsünde. Yarattığı orijinal karakterle, diyaloglarıyla, klişe gençlik filmlerinin aksine gençlerin sorunlarına gerçekçi bir şekilde eğilen oldukça da eğlenceli bir film. Denk gelirseniz kaçırmayın.

Anayı Karıştırmak Yok!

Daha küçükken, mahalle arasında da yazılı olmayan bir kuraldır; anayı karıştırmak yok, herkese küfür et, ona etme. Böyle kutsaldır analar, sadece bu klişeyle açıklanabilecek bir olay da değildir hem. Aslında benim konum da anne sevgisi değildir.

İnsanoğlu öyle garip bir varlıktır, psikolojisi, bilinçaltı o kadar korkutucudur ki ahlak, toplum tanımaz bazen. Önüne durulmaz.
Oedipus kompleksi. İlk çağlardan beri var olagelmiş, adını bile mitolojiden almış, bir çok yazarın yapıtlarında rastladığımız bir tabu. Doğal olarak sanat camiasında da zaman zaman konu edilmiş. Shakespeare'in eserlerinde rastlanan ve günümüzden de popüler bir örnek vermek gerekirse Jim Morrison'ın the end şarkısından söz açılabilir. Ancak konumuz sinema.



Sinemada cinsellik bir istirmar konusu olabilecek kadar popüler bir unsur olmasına rağmen anne oğul ilişkisi(ensest) üzerine çekilen film sayısı pek fazla değildir. Kanımca en başarılılarından biri Louis Malle'nin Murmur of The Heart'ıdır. Cesur bir anlatıma sahip film, konu üzerinden de artık klişeleşmiş burjuva eleştirisi yapmaktan da geri kalmıyordu. Daha sonra akla gelen Bertolucci'nin la luna'sı var ve son zamanlardan ise fazla bir şey söyleyemeyen Hallam Foe'yu örnek verebiliriz. Son olarak da yazının sebebi olan Savage Grace.




Başrolde julianne moore'un çok iyi olduğu, yapı itibariyla ne olduğuna karar verememiş, biyografik öğeler taşıyan ve ensest öğesini biraz da popülist bir yaklaşımla ele alan, marjinal olma kaygısı taşıyan vasat bir film. Ancak daha önce de bahsettiğim gibi sinemada örneği az bulunan bir konu üzerine çekilmiş bir film olduğundan farklı bakış açıları kazanmak isteyenler için değişik bir deneyim.

Filmin konusu kısaca Tony'nin yaşam öyküsünü anlatıyor; eşcinselliğini, babasıyla olan ilişkisini ve tabi ki annesiyle yaşadığı gel gitler ve trajik son. Filmin gerçek bir yaşam hikayesine dayanması onu daha ilginç kılıyor ancak okuduklarıma göre senaryoda biraz değişikliklere gidilmiş. Bu değişiklikler de zaten filmin yönünü tahmin ettiğiniz noktaya çekiyor ve filmi 'ucuz'latıyor.

Yine de julianne moore'un oyunculuğu için bile göz atılabilecek bir film.

6 Ağustos 2008 Çarşamba

İbrahim Tatlıses




80 li yıllarda 9 adet film çekmiş olan, 1952 şanlıurfa dogumlu yonetmen, senarist, prodüktor. filmlerinde ana temayı aşk, sınıf farklılıkları ve muzik olusturur. hayat hiçbir zaman toz pembe olmamıştır ibrahim in kadrajında. alt sınıfı alt sınıfın bakış acısından anlatır. yer yer mizahi ogeler de barındırır filmleri. kendisi de oyuncu olarak bir çok filminde yer almıştır.

16 Temmuz 2008 Çarşamba

Lars Von Trier ne demek istiyor?




Aslında adı hep dogma akımıyla anılmış olsa da Lars von Trier iyi bir metin yazarıdır da aynı zamanda. Trier kendine has görsel dünyalar yaratmakta pek sıkıntı çekmedi, dediğim gibi dogma akımı sayesinde de bilinen ve sevilen bir yönetmen oldu. Ancak;

iyi bir metin yazarı dedik, ne demek bu?

Geçenlerde Tuncel Kurtiz'in bir röportajını okurken bir sözü aklıma takıldı:
"İyi bir senaryodan kötü bir film yapabilirsin ama kötü bir senaryodan iyi bir film yapamazsın"
Aslında bahsetmek istediğim olaya 'cuk oturan' bir söz çünkü yönetmenin o bahsettiğim görsel özgünlüğünün dışında yazdığı mükemmel senaryoları da unutmamak gerek. Breaking The Waves, İdioterne, Dogville aklıma ilk gelenler ve son olarak da yazımızın konusu olan ve bloğumuzun güzide yazarlarından vendetta the wonderkid'in daha evvel bizlere tanıttığı Direktoren For Det Hele var. İsmi bize pek bir şey ifade etmeyen, en fazla direktor de get hele gibi saçma sapan çağrışımlara sebep olan bu film aslında bence Lars Von Trier'in o bahsettiğim metin yazarlığının zirvesi. Neden mi? Anlatıyorum.



Görsel olarak olsun, bütçesiyle olsun mütevazi bir şirket komedisine benzeyen bu film (benzersiz bir şirket komedisi için bkz:The Hudsucker Proxy) oluşturduğu dramatik yapının farklılığıyla ve en önemlisi altmetniyle ziyadesiyle sağlam ve üzerinde kafa yorulmuş bir film.
Filmin konu kısmına hiç girmiyorum, isteyen buradan buyursun.

Şirkette patron ve patronmuş gibi yapan iki önemli figür var. Üçüncü kısım ise şirkette çalışanlar. Bu kurulmuş düzen günümüzle paralel olarak tam anlamıyla temsili demokrasi ve güç odaklarını göstermekle birlikte, içinde bulunduğumuz bilgi çağının da bir metaforu. Zira aynen filmde olduğu insanların nefretlerinin, isteklerinin ve en önemlisi aldıkları bilgilerin nasıl manipüle edildiğinin mükemmel bir metaforu. Nasıl ki burada patronmuş gibi yapan birisinin insanları inandırması ve bunun sonucunda patrona karşı oluşabilecek negatif tepkileri güdülemek bu kadar kolay, şu anda şu okuduğunuz metnin bile yazılı olduğu internetten aldığımız bilgilerin de manipüle edilmesi de o kadar kolaydır. Hatta düşünün ki ilkokulda öğrendiğiniz ülke tarihinizle ilgili size anlatılanların doğruluk payları ne derecededir bununla birlikte insanları politik anlamda ve zihinsel anlamda başkalarına karşı kışkırtmak ve istediğinizi yaptırmak ihtimali bu bağlamda ne kadar olasıdır?

İnsanlar Bush'tan nefret ediyor. Ancak tüm bu yapılanları yan tarafta fotoğrafı olan şu adamın planlaması ve bunu uygulamaya koyması sizce ne kadar mümkün? Bence çok mümkün gözükmüyor ancak bir kaç ay sonra yapılacak başkanlık seçimlerinde seçilecek yeni lider belki de Amerika'ya olan bu nefreti silip süpürecek, ancak bu planları yapan adamlar hala yönetimde olacak. Bush burada asıl patronun tuttuğu temsilden başkası değil ve Trier de bunu filminde mükemmel bir metinle anlatıyor.

İnsanların patronun başkası olduğunu öğrendiklerinde yüzlerinin aldığı ifadeyi düşünün, siz farklı mı olacağınızı düşünüyorsunuz?

8 Temmuz 2008 Salı

The Assassination of Jesse James by the Coward Robert Ford



Vendetta the wonderkid'in uyarısıyla aklıma dustu ilk, hayat kısa, üşenme! And then, soforu karısıyla konusan bir hyundai h100, benim tek seritli yolda ters seriti kontrol etmem sebebiynen sag kalcama soyle bi hallendi ki thank god mesafenin uzaklıgı ve benim keskin kulaklarım bu birleşmeye mani oldu. Ölüm sanırım bayadır ilk defa bu kadar yaklastı. Lakin ben arayı acmak zorundayım, malum daha gencim. Sonra ve sonra en bi sevdiğim internet arkadasım dunya nın ölümün kokan nefesinden bahsetmesi, peşpeşe gelen medyatik sahısların ve uzak akrabaların ölüm haberleri ve benim 3 kısa gunde(yaz geldi gunler uzadı diyenlere bakmayın ben gecen baktım, hala 24 saat) bunları yasamam bunyemde herbiri ayrı ayrı habis ur halini alan usengecliği, ertelemeciliği, bugun olmaz haftaya gelciliği aldırmam gerektiğini bana hatırlattı. Tam yarın aldırırım dicektim ki bunun tedaviyi reddetmek oldugunun farkına vardım ve pek bi hosuma giden j. james filmiyle bu urların en buyuk semptonlarından biri olan actığı bloga post eklememe olayını telkinle yenmeye karar verdim. Yendiğime de inanıyorum. Bu yuzden buradayım. Bu usengeclik mevzuu bu kadar kısa anlatılacak bir şey değil ama üşengecim naapayım?



Sanırım bu kadar giriş yeterli filme donuyorum. Jesse James malum Amerikalı bi halk kahramanı, pokemonlara kadar girmiş bir figur. Brad pitt de malum Amerikalı bi halk kahramanı, dişilerimizin ruyalarına kadar girmiş bir figur. Bu ikisini birleştirmek de malum bi Amerikan işi, o da bu bloga kadar da girmiş bi iş.(bu sonuncusu pek olmadı) Yönetmen Avusturalyalı Andrew Dominik, onun nerelere girdiği hakkında pek bi fikrim yok ama daha once Eric Bana'lı Chopper'ı yonettiğini biliyorum. O da biyografik bi hikayeydi ve başarılı bir işti ki hem kendisi hem de Eric Bana sayesinde Hollywood'a geçiş yaptı. Yan roller ve yapım ekibi normal olarak baya kalabalık ve ben o kısma pek girmek istemiyorum, isteyen buradan bakabilir.


Oncelikle gorsel acıdan eşşiz bir filmle karsı karsıyayız. Her karesini muthiş bir estetik doyumla seyrettiğim baska bir film hatırlamıyorum. Bilemiyorum daha NBC seyretmedim belki ondandır. Mekan çekimlerinin yanında, şahıslara yapılan yakın çekimler de ortaya cıkan estetik kaygı izleyicide(burada bu ben oluyorum) muthiş bir şeylere tanıklık ettiği hissini bırakıyor. Destansı bir şeyler dondugunu hissettiriyor. Jesse james in Amerika'da ki konumu da sanırım bu tarz bir anlatımın secilmesinin ne kadar dogru bir tercih oldugunu ya da bu konum sebebiyle boyle bir tercihin yapıldıgını gosteriyor. Tabi ki bu gorsellik içinde Jesse James bambaşka bir yerde. Can dostum guzel insan Jef Castello nun yorumuyla tanrısal bir bakıs var kendisine. Ona hayran olmamak, duygularını aldırmakla mumkun anca, onu da yapabilecek bir tek Jason Bourne u tanıyorum, o da uzaktan.


Oyunculuga gelirsek, filmi izleyen herkes gorecektir ki Casey Affleck ya feci super bir oyuncu ya da gerçek hayatta baya ezik bir tip. İlk secenek akla daha yatkın sanki. Brad Pitt varolan karizmasının yanina Tombstone siyahlarini ve goz altı torbalarını ekleyerek tam bir idole donusmus. Oyunculugu da vasatın ustunde. Aslında oyunculuk yorumlamakta pek iyi değilim ama nasıl diyeyim falsosunu gormedim. Benim en cok hosuma giden ise Frank James karakteri. Boyle koylerde olur, herkesin danıstıgı sert amcalar, dayılar. Sozlerinden kimse cıkmaz ve buyuk saygı gorurler. Heh işte aynen onlar gibi bir dayı bu ve bence muthiş canlandırılmıs. Bıyıgı, tavrı, edası ile en cok aklımda kalan karakter oldu. Daha da uzun bi sure kalacak, yerimiz bol Allaha şükür.


Film, hikaye bazında izleyiciye kendisini şaşırtacak bir şey vadetmediğini daha bastan ismiyle deklare ediyor. Son donemde bir cok film artık bu yolda. Hikaye den cok durumlar one cıkıyor. Karakterlerin tepkileri, yolculukları artık daha bir on planda sanki. j.j. de bu tayfadan. Gerisi filmin içinde saklı, isteyen açsın kutuyu.

Tabi muzikler var birde. The Proposition ile sinema işine ikinci kez senarist kimliğiyle ilk kez western tagi dahilinde kayıt olan Nick Cave, filme bir adet cameo ve bir cok guzel parçayla hizmet ediyor. Nick Cave in muziğine aşina olanlar zaten daha tren soygunu sahnesinden kendisinin kokusunu alacaklar, elinde gitariyla gozuktugu vakit ise bi kedi gordum sanki diye bagıracaklardır. Fazla bagırmasınlar, sarkılar cok guzel, kacırabilirler.

Velhasıl kelam (muthiş bir baglama aparatı bu kelime) ayıla bayıla izlediğim bir film oldu. Sırada bekleyen filmlere ayıp olmasa cevirip cevirip izleyeceğim. Sizde izleyin.

6 Temmuz 2008 Pazar

Memento




Kimin dostu,kimin düşmanı olduğunun dahi ayırdına varamayan acizlikte,bir adam.
Hafızası ona türlü oyunlar oynarken kendini korumak adına aklındaki "kendi savunmasını oluşturan" düşünceleri cümleleştirerek not eder. Ve bu notların başına "Bunun dövmesi yaptır." yazar.
Evet,tek dostu kendi vücududur,hayatını vücuduna yazdırır,anılarını...
Dışarıda bir yerlerde hayatın gerçekten varolduğuna inanmak için "anılara" olan ihtiyacını vurgular.

Jonathan Nolan'ın "Memento Mori" adlı kısa hikayesi baz alınarak senaryolaştırılmış.
Filmin yönetmeni Christopher Nolan.
Başrollerde Guy Pearce ve Carrie-Ann Moss var.

Mallrats




Kızarkadaşları tarafından terk edilen iki kafadarın alışveriş merkezinde kendilerine bir sığınak araması üzerine çekilmiş bir komedi.
Filmde "My name is Earl" deki Jason Lee ve Ethan Suplee ikilisi abi kardeş olmadan önce de güzel işler çıkardıklarını kanıtlıyorlar adeta. Bir de Jason Lee'nin Marvel Comics'in yaratıcısı Marvel amcamla geçen bir diyaloğu vardır ki tadından yenmez!

Love in the Afternoon




Audrey Hepburn'ün kirpiklerinizde donmuş bir gözyaşına benzeyen duru ve hüzünlü yüzüne sizi hayran bırakan,en az yüzü kadar güzel olan harikulade oyunculuğuyla harmanladığı bir klasik.
Gary Cooper ve Maurice Chevalier'in de ona katılmasıyla sıkılmayacağınız bir seyirliği garantiliyor sizlere yönetmen Billy Wilder.

Garden State



Gerek müzikleriyle,gerek renkleriyle insanı garip bir şekilde mutlu kılan ve bir süre öyle bırakan bir film.Scrups dizisinde doktorculuk oynayan Zach Braff yönetmeni.
Natalie Portman ve Peter Sarsgaard ona eşlik ediyorlar.
Bu filmi bir kış günü izleyip iliklerinize kadar ısınabilirsiniz.

Dick Tracy





Warren Beatty'nin yönetip de başrolünü oynadığı filmde ona;Al Pacino,Dustin Hoffman,Madonna,Glenne Headly,Kathy Bates eşlik ediyorlar.
Chester Gould'un çizgi romanından uyarlanmış bu filmde,güçlü bir gangstere diş bileyen polis departmanına bağlı olsa da biraz başına buyruk takılan dedektif'in hikayesini izliyoruz.
Film çekim atmosferi ve oyuncularıyla sizi kapıp götürüyor.

Altered States



1980 yapımı bir Ken Russell filmi.Paddy Chayefsky'nin romanından beyaz perdeye uyarlama.

İnsan soyunun maymundan geldiği konulu teoremin,kek tarifi gibi uygulamalı pişirimini görüyoruz.Bir bilim adamının kendisini bir tankere kapatarak farklı bir türe dönüşebileceğine olan inancını,pratiğe dökme çabasıdır anlatılan.Başroldeki William Hurt
harika bir iş çıkarmış.

Direktoren For Det Hele




Lars von trier harikası bir absürd komedi...

Filmdeki anlatıcı iyi bir etki bırakıyor üzerinizde. Broker 5 lakablı ekibin bir patronu var ve bu patron onlara kendini bir iş arkadaşı olarak tanıştırıyor patronluk yapmayı beceremeyen değil patron olarak görünmeyi beceremeyen bir patron bu işleri el altından yürütürken çalışanlarına kendisinin amerika'da yahut şurda burda olduğunu söyleyip ara sıra onlara mail atıyor. Patronları hakkında bildikleri kısıtlı olan işçiler bir gün patronlarının onlara patronluk taslasın diye tuttuğu patronların patronu ile tanışıyorlar ve gizli patron broker 5'ı arkasında bırakarak şirketi danimarkalı birine satmayı planlarken,patronların patronu nam-ı diğer aktör parçası gambini olaya el atıyor ve danimarkalı ona en güzel bir şekilde " midebulandırıcı duygusallığın için teşekkürler" diyor. Derken işler çözümleniyor patronların patronu oyunculuğunu asıl patron da saman altından yürüttüğü suları açıklıyor film biterken yönetmen alçakgönüllülükle (bana göre) özür diliyor seyirciden;daha azını ve daha fazlasını bekleyenden...

Voksne Mennesker

Yumuşacık bir film , siyah beyaz bir hikaye , iki dost, biri tuhaf bir klinikte çalışıyor(Morfar) diğeriyse(Daniel) duvarları boyama gibi bir işle meşgul... Klinikte çalışan,şişman olan,aynı zamanda hakem olmak istiyor ama namümkün çünkü şişman,unlu mamüller satan bir dükkanda çalışan bir kızı seviyor ama kıza bir türlü söyleyemiyor bir gün duvarboyayıcı arkadaşıyla gidiyorlar fırına,şişko arabadan inip dükkana giriyor,o sırada kızın kafası iyi,anlarsınız işte almış bişiler,şişko girer girmez ona cilveli cilveli bakıyor ve sanırım seni seviyorum diyor,şişko kızarıp kaçıyor sonra boyayıcı giriyor içeri kızdan bişi istiyor satın almak istediği falan yok öylesine... Kız verirken başı dönüyor ve kusuyor bunun üstüne Daniel,Franc'ı evine götürüyor.
Daniel,Franc'ı evine bırakıyor ama Franc onu bırakmak istemiyor Daniel'de o iyice uyuyana kadar bekliyor.Daniel,Franc'la buluşacakları kafeye önceden gidip garsona Franc'a nazikçe onun gelmeyeceğini söylemesini ve bir kahve vermesini söyleyip kahve için biraz para veriyor ve çıkıyor bir hışım yüzü asık biraz yürüyor. Franc kafeye giriyor garson bir şeyler geveliyor tam o sırada Daniel içeri dalıp adamı yolluyor ve Franc'a bir hastalığım var diyor başım ağrıyor midem bulanıyor vs vs Franc gülümseyip şöyle diyor "Belki de dünyanın en yaşlı hastalığıdır.". Daniel de "Verem mi?" diye soruyor. Franc onu öpüyor ve şöyle diyor "Geçti mi?".
Daniel şişko arkadaşıyla arasını iyileştirip diğer yandan da Franc'ın büyükannesiyle tanışmaya gidiyor.Franc büyükannesine bir şey almak için evden çıkınca kadın ölüyor.Elinde poşetle dönerken ambulansı görüyor Franc yolun ortasında,ağlamaya başlıyor Daniel'de onu yatıştırmaya uğraşıyor.İlişkileri devam ederken Franc hamile olduğunu öğreniyor ve doktora gitmeye zar zor razı oluyor Danielcik.Daniel'in küçük beyaz arabasıyla giderlerken köprü geçişi duraklıyor o sırada cama yaslanmış uyuyan Franc'a bakıyor Daniel ve hikayemiz bir kaç saniyeliğine renkleniyor.Duygusal bir bakışla evet film orada bitmeliydi diyorsunuz enfes bir son,sonsuz bir son olurdu belki de diyorsunuz ama devam ediyor film.Sonunu merak edenlere izlemelerini öneririm.


resimler

5 Temmuz 2008 Cumartesi

5. Akbank Kısa Film Festivali


15-25 Aralık tarihleri arasında bu yıl 5. kez gerçekleşiyor.
Festival için kısa film başvuruları şimdiden başladı (son katılım tarihi 13 eylül 2008) :
Yalnızca izleyici olmaksa amacınız:
Akbank Sanat :
İstiklal Caddesi Zambak sok.
No:1 34435 Beyoğlu-İstanbul
0212 252 35 00 / 01

Not:Tüm gösterimler ücretsizdir,gösterimden yarım saat önce gidip danışmadan davetiyenizi almanız yeterli.

14 Haziran 2008 Cumartesi

Türk Sinemasında Bir Gömülü Hazine – Otobüs


Kimi kaynaklara göre 1974 yılında çekimlerine başlanan bu film yapım süreci ve içeriği itibariyle Türk sinemasının en ilginç ve kayda değer filmlerinden bir tanesidir. Dişçi eskisi bir yönetmen olan Tunç Okan, denkleştirdiği paralarla kendi başına bir film çekmek istemektedir ve bunu otobüs filmiyle mükemmel bir biçimde başarır.

Filmin hikayesinden kısaca bahsetmek gerekirse ufak bir türk işçi topluluğu Almanya’ ya çalışmaya götürülme bahanesiyle bir otobüse bindirilir ve yolculuğun sonunda İsveç’ e getirilerek bozuk paralarına kadar soyulur. İroni budur ya dolandıran da kendilerindendir, o da bir Türk’ tür. Sonrasında anlatılan bir yabancılaşma ve kapitalizm eleştirisidir. Daha da derinde aslında kapitalizmin getirdiği eşitsizlik ve kültürlerin arasında gittikçe büyüyen uçurumdur. Ayrıca değişen ahlak anlayışı da bunun bonusudur.




Filmde Tunç Okan başroldedir ve geriye kalan oyuncular ise Tuncel Kurtiz dışında amatördür. Belki de bu amatör ruh sayesinde filmdeki oyunculuk ta üst düzeydedir.

Dönemi için oldukça cesur bir anlatım içermesine ve sağlam bir senaryoya sahip olmasına rağmen film zaman zaman ucuz milliyetçi söylemlerin sözcüsü olmaktan geri durmadığı gibi bunu kör parmağım gözüne şeklinde yaptığından da anlatımın ahengi de bozulmaktadır. Ancak yine de ortada mükemmel bir üslup ve ne yaptığını çok iyi bilen bir yönetmen vardır ki filmin sonlarında Tunç Okan’ ın girdiği pavyon tarzı (peep show?) bir yerde insanların ahlak anlayışının farklılığının hem onun yüzüne hem de bizim yüzümüze tokat gibi indiği sahnelerde oluşturduğu o sürreal atmosfer mükemmeldir.

Ek olarak Tunç Okan’ ın filmin genelinde yakaladığı mükemmel ritm ve kurgudaki ustalık ayrıca takdire şayandır. Ne de olsa senaryo da çok fazla diyalog yoktur ve yönetmen geniş ve orta planlarla otobüsün o kalabalığın arasında kalışını mükemmel resmeder ve derdini çok fazla söze gerek bırakmadan anlatır ki takdir edersiniz Türk sinemasında çok alışık olmadığımız bu durumdur bu.

Filmle ilgili bir başka güzel detay da müzikleridir. müzikler Zülfü Livaneli’ ye aittir ve atmosferle çok iyi uyum sağlar. Ayrıca müzikler bağlamadan keman kullanımına kadar çeşitli ve etkilidir.

Her ne kadar günümüz için çok yeni şeyler söylemese de ve teknik olarak çok yeni gözükmese de otobüs Türk sineması adına keşfedilmesi elzem olan önemli bir politik kült filmdir.

10 Haziran 2008 Salı

A Bronx Tale OST



Robert De Niro nun ilk yonetmenlik denemesidir A Bronx Tale. Oyuncu olarak da hizmet eder filme, ayrıntılara buradan bakabilirsiniz.
Filmin mukemmel bir başlangıç jeneriği var ve bu sayede daha filmin hemen başında kulakların pasını sileceği anlaşılıyor ost nin. Nights In The White Satin, Tell It Like It Is gibi klasikler var albumde. 60lar - 70 ler ve daha bir sürü şey. Dinlenmeli dinletilmeli. torrent linki vermiyeceğim, emeğe saygı. Ben buldum sizde bulun.

Liste için şöyle alalım sizi.