14 Haziran 2008 Cumartesi

Türk Sinemasında Bir Gömülü Hazine – Otobüs


Kimi kaynaklara göre 1974 yılında çekimlerine başlanan bu film yapım süreci ve içeriği itibariyle Türk sinemasının en ilginç ve kayda değer filmlerinden bir tanesidir. Dişçi eskisi bir yönetmen olan Tunç Okan, denkleştirdiği paralarla kendi başına bir film çekmek istemektedir ve bunu otobüs filmiyle mükemmel bir biçimde başarır.

Filmin hikayesinden kısaca bahsetmek gerekirse ufak bir türk işçi topluluğu Almanya’ ya çalışmaya götürülme bahanesiyle bir otobüse bindirilir ve yolculuğun sonunda İsveç’ e getirilerek bozuk paralarına kadar soyulur. İroni budur ya dolandıran da kendilerindendir, o da bir Türk’ tür. Sonrasında anlatılan bir yabancılaşma ve kapitalizm eleştirisidir. Daha da derinde aslında kapitalizmin getirdiği eşitsizlik ve kültürlerin arasında gittikçe büyüyen uçurumdur. Ayrıca değişen ahlak anlayışı da bunun bonusudur.




Filmde Tunç Okan başroldedir ve geriye kalan oyuncular ise Tuncel Kurtiz dışında amatördür. Belki de bu amatör ruh sayesinde filmdeki oyunculuk ta üst düzeydedir.

Dönemi için oldukça cesur bir anlatım içermesine ve sağlam bir senaryoya sahip olmasına rağmen film zaman zaman ucuz milliyetçi söylemlerin sözcüsü olmaktan geri durmadığı gibi bunu kör parmağım gözüne şeklinde yaptığından da anlatımın ahengi de bozulmaktadır. Ancak yine de ortada mükemmel bir üslup ve ne yaptığını çok iyi bilen bir yönetmen vardır ki filmin sonlarında Tunç Okan’ ın girdiği pavyon tarzı (peep show?) bir yerde insanların ahlak anlayışının farklılığının hem onun yüzüne hem de bizim yüzümüze tokat gibi indiği sahnelerde oluşturduğu o sürreal atmosfer mükemmeldir.

Ek olarak Tunç Okan’ ın filmin genelinde yakaladığı mükemmel ritm ve kurgudaki ustalık ayrıca takdire şayandır. Ne de olsa senaryo da çok fazla diyalog yoktur ve yönetmen geniş ve orta planlarla otobüsün o kalabalığın arasında kalışını mükemmel resmeder ve derdini çok fazla söze gerek bırakmadan anlatır ki takdir edersiniz Türk sinemasında çok alışık olmadığımız bu durumdur bu.

Filmle ilgili bir başka güzel detay da müzikleridir. müzikler Zülfü Livaneli’ ye aittir ve atmosferle çok iyi uyum sağlar. Ayrıca müzikler bağlamadan keman kullanımına kadar çeşitli ve etkilidir.

Her ne kadar günümüz için çok yeni şeyler söylemese de ve teknik olarak çok yeni gözükmese de otobüs Türk sineması adına keşfedilmesi elzem olan önemli bir politik kült filmdir.

10 Haziran 2008 Salı

A Bronx Tale OST



Robert De Niro nun ilk yonetmenlik denemesidir A Bronx Tale. Oyuncu olarak da hizmet eder filme, ayrıntılara buradan bakabilirsiniz.
Filmin mukemmel bir başlangıç jeneriği var ve bu sayede daha filmin hemen başında kulakların pasını sileceği anlaşılıyor ost nin. Nights In The White Satin, Tell It Like It Is gibi klasikler var albumde. 60lar - 70 ler ve daha bir sürü şey. Dinlenmeli dinletilmeli. torrent linki vermiyeceğim, emeğe saygı. Ben buldum sizde bulun.

Liste için şöyle alalım sizi.

8 Haziran 2008 Pazar

Dead Man



-----Spoiler -------


"Some are born to sweet delight
Some are born to endless night." William Blake

Filmin yazarı ve yönetmeni Jim Jarmusch.
Şair William Blake'yle (Johnny Depp) aynı ada sahiptir bu filmde.
Blake bulunduğu şehirden bir kasabaya çalışmak ve oraya yerleşmek üzere trene biner.Trende tuhaf bir adam vardır.Gittiği yerin ömrünün "son durağı" olup olmadığını sorar ona.Blake adamı çok önemsemez ama azcık da olsa gerilir.İş görüşmesine gittiği fabrika da bir tuhaftır.Nihayet kendisiyle görüşeceği adamı bulur fakat adam ona birini zaten işe aldıklarını söyler.Ve bu adam John Hurt 'tür.
Daha sonra Kasabanın kabadayılarından birinin kızını kapar.Kabadayı nam-ı diğer Gabriel Byrne gece ikisini basar ve William Blake'e bir el ateş eder ve fakat kız Blake'in önüne atladığından ölür,kurşun onun bedenini aşıp Blake'e saplanır fakat ölümcül bir yara değildir.Blake kıza ait silahı yastığın altında bulur -kız ona daha önce göstermiştir yahut Blake bulmuştur,hatrıma düşmedi- ve kabadayıyı öldürür.Kendi kurşun yarası kanarken bizimki kıza ait olan silahı alıp camdan atlar.Dışarıda başı boş bir at bulur ve ormana doğru yollanır.Kabadayı'nın babası olan John Dickinson(Robert Mitchum) kasabanın nüfuslu adamlarındandır ve oldukça iyi gelirlidir.Civardaki en vahşi kanun kaçaklarını,adamımız Blake'in peşine salar.

Blake olaylardan habersiz bir şekilde ormana doğru ilerler,uyandığında bir nehir kenarındadır.Atını görür ve rahatlar ve fakat tuhaf bir adam eğilmiş ona bakıyordur.

William Blake: What is your name?
Nobody: My name is Nobody.
William Blake: Excuse me?
Nobody: My name is Exaybachay. He Who Talks Loud, Saying Nothing.
William Blake: He who talks... I thought you said your name was Nobody.
Nobody: I preferred to be called Nobody.


Nobody: Do you have any tobacco?
William Blake:I don't smoke.
Nobody: Stupid fucking white man.

şeklinde ilginç diyaloglar ortaya çıkar bu karşılaşmadan.Nobody,Blake'i William Blake'in ruhu sanmaktadır ve onun aslında ölü olduğuna ve bir sebep için bu dünyaya tekrar geldiğine inanmaktadır.Blake bir adamı öldürdüğünü ona anlatır sebebi adamın onu öldürmeye teşebbüs etmesidir.İlerleyen zamanda kanun kaçaklarıyla karşılaşırlar.Blake'i aradıklarını fark edince kaçmaya başlarlar.Daha sonra Nobody Blake'e onları öldürüp ruhunu huzura kavuşturması gerektiğini söyler.Böylece şair ruhu huzuru bulacak ve Blake ölecektir.Çatışma sırasında Blake yeniden yara alır.Nobody onu bir kano'ya bindirir ve nehre salar.Bu onun son yolculuğudur.

----- Spoiler -------

Women In Love


İyi bir kitap uyarlaması diyemeyebiliriz filme belki ama Ken Russell'ın yerinde duramayan zihni acayip sahneler eklemiş kitaptan bağımsız olarak filme.
Sahnelerin labirent izlenimi verdiğini düşünüp kan ter içinde kaldığım oldu,karmaşasından değil dolaylılığından.
Alan Bates gibi Glenda Jackson gibi harikalarla da tanıştırıyor sizi film.
Konusuna gelirsek "aşk" üzerine acıtasyon bir şey beklemeyin.İki kız kardeş iki adama aşık olurlar ve fakat nihayetinde bir tanesi mutlu çıkar işin içinden.Diğeri içinse bu bir hezeyandır.Kitapta kapital düzen ve fabrika yönetimi hakkında da bazı ironiler var fakat film daha çok bir parodiyi andırıyor.Ne diyelim,iyi seyirler.

Darkly Dreaming Dexter



Başlarken diziye akıl babalığı yapmış olan kitabın yazarını anmak isterim:
"Eğer gözler ruhun pencereleriyse,keder kapısıdır." Jeff Lindsay.

Şimdi asıl konumuza geri dönelim;showtime kanalı tarafından Amerika'da gösterilen dizi,ülkemizde e2 tarafından yayınlanmakta.Şu sıra sezon arasında dizi ve hayranları oldukça merakta...Özetlemek gerekirse Dexter Morgan,Harry adlı bir devriye polis tarafından evlat edinilmiştir,üvey kardeşi Debra ile aralarında öz-üvey kavgası olmadan,gerçek kardeşler gibi kavga ederek serpilirken evlatlar.Harry Dexter'da bir şey fark eder.Bu şey "Öldürme İçgüdüsü"dür.Ve Dexter'da oldukça yoğundur çünkü Dex üç yaşlarındayken annesinin -muhtemelen- bir çete ile sorunu olması sonucu,çete üyeleri kadını elektrikli testereyle keserler Dexter'ın gözleri önünde ve çocuk annesinin kanları içerisinde,polisler onu oradan çıkarana kadar,bekler öylece.Dizinin ilerleyen bölümlerinde Dex bu olayı ince ayrıntılarına kadar hatırlayıp geçmişi ile ilgili derin bir yolculuğa çıkacaktır fakat şimdi biz Harry'nin Dexter'daki "öldürme içgüsü" için ona bulduğu alternatif çözümle tanışalım.

Dex zeki bir çocuktur ve Harry ona bazı kurallar öğretir.Bunlardan ilki öldürmek için kurbanlarının bunu haketmesi gerektiği vurgusudur.Tabii ki katillere göre kurbanlar ölümü her zaman için hakeder diyebilirsiniz ama şuna dikkat edelim ki Dexter bu bahsettiğimiz "ölümü hak etme" hususunda ince eleyip sık dokumadan bu işi yapmama konusunda ağır bir eğitimden geçmektedir.Ve kurbanıyla ilgili somut verilere ulaşana kadar pusudadır.

Harry'yi kaybedince Dex onun kurallarıyla yaşar ve bu kuralların onun için önemini kavrar.Miami Polis Departmanında kan analizcisi olarak işe girer.Kız kardeşi Debra'da onunla aynı birliktedir.Görevler sırasında Dex bazen kurbanlarıyla tanışır.Ve onları titizlikle öldürmeden önce sorgular.Bir cerrah gibi sakin,soğuk ve titremeden doğrar ve her birinin yanağından bir damla kan alıp lam-lamel arasına sıkıştırarak evinde sakladığı tahta kutu içine saklar.

Hayat Dexter için öldürme üzerine kuruludur.Kan onun en büyük tutkusudur.Ve tabii Dexter'ın önemsediği şeyler de vardır.Kız kardeşi ve sevgilisi Rita gibi...Duygusuz olmasına rağmen ruhsuz değildir bir nevi.
Dizinin henüz 2 sezonu çekildi ve 3.'sü yolda eylül'de kanseverler olarak bayram edeceğiz.Yanlış anlaşılmasın içimizdeki potansiyel katili uyandırmak değil hedefimiz;onu öldürmek.Cılkı çıkmış ajan dizilerinden artık bunalmaya başladıysanız "dramatik" bir alternatif bu,iyi seyirler.
note:Dexter-Michael C. Hall

Last Days



Bağımsız Sinemanın en tanındık ve en baba simasıdır:Gus Van Sant.
Nirvana grubunun solisti merhum Kurt Cobain'in son günlerini kurgusal-drama olarak çekmiş.
Film oldukça ağır aksak ilerlemesiyle beraber yer yer kafanızda istenmedik soru işraretleri bırakıyor ve ben biraz "kopuk" buldum sahnelemeyi.Başrol oyuncusu olan Michael Pitt kendi grubuna ait bir parçayı çok güzel yorumluyor ayrıca bir de çok gaz bir davul solosu var filmde.

Naked




Bilgilendirme Faslı:
Yönetmen ve Senarist=Mike Leigh
Başroldeki Halişahane hinkenevirim=David Thewlis
Film 1993 yapımı bir ingiliz-psikodraması.

Önyargılanma Faslı:
Beğenmemeniz için hiç bir sebep yok,ağır aksak kırıyor film aklınızdaki tabuları ve fakat yenileri de oluşabiliyor zamanla.
Özet Faslı:
Yaşadığı şehirde bir kızı tecavüz ettiği için aranan adam,başka bir şehirde yaşayan eski kız arkadaşının evine kaçar.Fakat sürekli mekan değiştirmektedir.Nihayetinde tekrar başladığı noktaya döner.Fizikteki vektörel kanun gibi aslında hiç bir yere gitmemiş kabul edilir.Diyaloglarda oyuncu David Thewlis'in kendi karakterine eklemeler yaptığı duyumlarım arasında ve buna inanmamak gelmiyor içimden.Filmle ilgili son bir anektod da şudur ki:kırılgan yapıdaki "kırıcı" insanların güzel bir tanımlamasıdır film.

Note:Bir de bu David Thewlis'in bir kankası var Gary Oldman;işte bu halişahaneyi de bir tadmak lazım.

Mad Men - Delilerin Delisi Don Draper


Sopranos dizisinin yazarından olmasıyla dikkati çeken ancak farklı sebeplerle de ilgiyi hak eden bir dizi. Öncelikle bu dizi son zamanlarda ortaya çıkan dizi çılgınlığında farklı bir yerde duruyor. Çoğu kişinin lost, prison break gibi dizilerde bulduğu o yüksek tempo, gizem, olağanüstü olaylar bu dizide yok. Bu dizinin en önemli kozu don draper karakteri. Fonda ise 60' ların Amerika' sı ve gelişmekte olan bir reklamcılık sektörü var. Buradan bakıldığında bir 'dönem' dizisi olarak da bakılabilecek mad men bu yapımlardan beklenen kalburüstü bir sanat yönetimini layıkıyla yerine getiriyor.



Don Draper karakterine geri dönersek kendisi karizmatik, yalnız ve gizemli bir karakter. Dizi olmanın avantajıyla her bölüm farklı açılımlarla zenginleşen karakter yapımın en çekici yanını oluşturduğunu söylemiştik, bir daha söylemekte zarar yok nakarat misali. Ayrıca kendisinin eşi -başarılı ve güzel kontenjanının en misinden bir january jones- ve pete campbell ile yaşadığı egosantrik savaşlar ve gel gitler senaryonun göze çarpan başarı faktörleri. Şimdiye kadar 1 sezon yayınlanmış dizi, yaz aylarında 2. sezonla tekrar ekranlara geri dönecek. Özellikle çıtır çerez gibi tüketilen dizilerin yanında kıymeti bilinmesi gereken bir kaju fıstığı hatta trüf mantarı, herkese tavsiye ediyorum.

Barry Pepper



Cogumuz onu dua okurken indirdiği Almanlar sayesinde tanidik. Saving Private Ryan ile yapti cikisini. Hemen ardindan Tony Scott un Enemy of The state i geldi. Arada bir kac macera aksiyorn falan derken en son The Three Burials of Melquiades Estrada ile A sinifi aktor cizgisinin dibine yanasti. Ama tercihleri karakter oyuncusu olacagım ben diyor. Aktor surati var adamda bi kere. her mimik belli ediyor kendini. Yolu acık, repliği bol olsun.

Bu arada filmleri arasinda favorim vin diesel le oynadigi knockaround guys dir. Bakmayın siz imdb puanına. Seyredilmesini salik verebilirim.

"500, tam 500 kavgadan sonra şunu ogrendim" (ya da bunun gibi bir sey, vin diesel dillendiriyor)

Josh Brolin



Ust uste seyrettiğim iki kalburustu filmde de gorunce ilgimi neşretti. Kimdir necidir diye bakıyım dedim, sadece 2004 de üc kendine has uslubu olan yonetmenin üç ayrı filminde oynadıgını gördüm. Oyunculuguna diyecek soz bulamıyorum, No Country For Old Men de javier Bardem daha one cıkmış gibi gozukse de bunun nedeni karakterinin ilginçliği. Bunun karşısında Josh Brolin daha duz bi karakteri canlandırıyor ve bunu hiç açık vermeden yapıyor. Özellikle geceleri aniden sakince fırlayısları cok hosuma gitti. Ust duzey bir karakter oyuncusu, daha da iyi yerlere geleceğini düşünüyorum.
2007 yılında oynadıgı filmler:

1. American Gangster - Ridley Scott
2. In the Valley of Elah - Paul Haggis ( Crash ile aldıgı Oscarı tatmin etmiyor beni, saymadım kendisini koca yönetmen diye)
3. Planet Terror -Robert Rodriguez
4. No Country for Old Men - Coen Kardeşler

2008 de Oliver Stone ve Gus Van Sant için kamera karsına geçmiş-geçmeye devam ediyor. Su yonetmen skalası bile ne denli değerli bir oyuncu oldugunu gosteriyor. Bir adet de X diye kısa filmi var. Yazmış yonetmiş, bu da trivia olsun.
(Babasından bahsetmiyorum, torpil yok, torpil yok...)

7 Haziran 2008 Cumartesi

Breach


Basrolunde hain olarak Robert Hansen'in oldugu ABD nin en buyuk casusluk olaylarından birini anlatıyor bsplayer bu sefer. Filmin basrolunde ise bay karakter Chris Cooper oynuyor. Ryan Philippe ve Laura Linney de filmden para kazananlar arasında. Ajan - Casusluk filmlerinin paranoyak havasının arkasına alıyor Breach fakat sonunun bilinmesi (film bunu bildiğinizi varsayıyor, bende oyle) bu paranoyaklıgın heyecan unsuru olmasını engelliyor. Oyunculukları ve dramatizasyonu bi kenara bıraktıgımız vakit bir belgesel oluyorsa Breach, bu paranoyak hava da bu belgeselin sundugu verilerden birine dönüşüyor. Buradan hareketle duragan yapı, heyecan kartını da kaybediyor ama oyunculuk gibi bir kaleye sahip film ve kalede Chris Cooper var. Bu bahsettiğimiz duragan yapısına ragmen sıkmayan, ture aşina olanlar için doyurucu, yönetim acısından da yeterli ve gosterişsiz bir film. Oyunculuklar Ryan Philipp dısında ust duzey, ozellikle Chris Cooper amiyane tabirle yardırıyor. Zeki adam tafraları, etrafına duydugu güvensizlik, iyi aile babası piskopatlığı ve kırmızı gözleriyle(en sonda) Robert Hansen'i Robert Hansen den daha iyi oynuyor. Genç oğlan bilemiyorum niye böyle hissettim lakin inandırıcılıgını yeteri kadar saglayamıyor, belki de soylediği yalanları, takındıgı tavırların sahteliğini bilmemiz buna sebeptir ve ben oyunculugu bu baglamda yanlıs okuyorum ama rahatsız edici bi taraf var onun farkındayım. Senaryoya da ajanlarımızın eşlerine ve ilişkilerine ustunkoru baktıgı için bi yarım artı verip sona geliyorum. Soguk savas, casuslar, istihbarat falan kapsama alanınızda ise zevkle izleyebilirsiniz filmi.

Giden Reji'ye saygılarımla



Bir kadın ve bir adam üzerinden traji-komik hikayeler...

Bir yönetmenin aynı zamanda başka işlere de el atması kimi zaman kaçınılmazdır,özellikle de yaptığı işin üstüne çok titizleniyorsa.
Aslında kendisini sadece iki filmiyle tanıdığım bir yönetmenden söz ediyorum:Billy Wilder.
İzlemiş olanlar için nostalji faslı şimdi de,izlememiş olanlar için de fazla ayrıntıya girmeden özet diyelim;hadi buyrun:
İrma La Douce(Sokak Kızı İrma) :
Shirley Maclaine ve Jack Lemmon ikilisini başrolde izleyeceğiniz bir film bu.Paris'in sokağında geçer hikaye;sokak kızlarının iki sıra halinde sokağın iki ucunda dizildiği bir sokaktır burası.Ve sokağın başında karşılıklı iki mekan vardır.Bir bar ve sokağın karşısında bir otel.Sokağa yeni atanan bir polis durumu fark edince bütün kadınları toplayıp emniyete götürür,sokağın karşısındaki bardaki kabadayılar büroya tehdit savurup "kızları salmalarını" söylerler.İş bu sebeple mazbut polisimiz işten atılır ve asıl hikayemiz başlar.Sokak kızlarından biri olan İrma'ya aşık olur bizimki.İrma kabadayıların en güçlüsünün kızıdır.Kabadayıyı alt etmek pek de zor olmaz polis için ama İrma'yı yaptığı işi bırakıp yalnızca kendisiyle beraber olmasına ikna edemez.Bu yüzden de tuhaf işler açar başına.
The Apartment(Garsoniyer):
Bir şirketin büro elemanı,şirketin asansöründe çalışan kıza aşık olur bu defa.Fakat,kız kıdemli elemanlardan biriyle aşk yaşamaktadır.Büro elemanı evini bu kıdemli elemanlara kiralamaktadır,kendi evleri gibi kullanıp kızlarla meşk etmeleri için.Karşılığında onlardan para alıp bir nevi işinde alamadağı zammın acısını çıkartmaktadır.Kızla aralarında geçenler ise izlenilmeliktir anlatılmalık değil.Yani hayatımda izlediğim en sıcacık filmlerden.Sokak Kızı İrma'dan bile daha pamukumsu.Yine Shirley Maclaine ve Jack Lemmon ikilisi başroldeler.

6 Haziran 2008 Cuma

Trip

Lumiére fabrikasından cıkan işçiler elbette bilmiyordu olayin bu raddeye gelecegini. Ilk once sessiz kardesleri ile beraber aya giden o makyajli deli geldi. Fransa nin acik agizlar nedeniyle les gibi koktugu gunlerdi bunlar. Tepeden bakinca sol tarafta kalan Potemkin zirhlisina dolusmus kalabaliklara karsi ayni bakis acisiyla sagda dikelen buyuk diktator gulunc bir sekilde dis biliyordu. Yeni dunya ise yurttas Kane in cingozlugu yuzunden kaynarken bir kisim maceraperest de Malta Sahin inin pesinden sonu belli olmayan bir maceraya daliyordu. Cok sey bilen adamin ise basi her zamanki gibi dertteydi. Oysa ki serseri asiklar oyle miydi? Doguda yedi samuray karin tokluguna calisirken, batida iyi kotu ve cirkin zengin olacagım diye sari topraklarda at suruyordu ama kuzeye giden en kisa yol tabiki de kuzeydogudan gecmiyordu. Bu sirada New York ta bi apartman dairesinde son ses The End caliyordu kapi ziline asilan kizgin komsuya kim o kapimi calan derken J.R. Bunlardan bir miktar uzakta, Beyaz Saray da bombalarin da sevilebilecegini soyluyordu doktor, garip bir ask ile. Kizinin dugununde kendisine gelen hicbir istegi geri cevirmeyecegini soyleyen baba o gun de sozunde durmustu, benim yolum bu diye mirildanan kadife sesli istedigini elde etmisti. Taksi soforleri her zamankinden daha agresifti o zamanlar. Vietnam derlerdi, hep Vietnam yapti bunlari boyle. Tabi bir de rahati kendine batan enteller vardi, Manhattan in ucra apartman koselerinde. Ucuncu turle de bu zamanlarda tanistik ama o da gitti gucun tarafini secti. Jaws denen bi meret ise cynophobia yi bi adim daha one goturuyordu. Kiyameti yasayan askerlerin anlattiklari da bi kulaktan girip bir daha hic cikmamacasina icerde kaliyordu. Boksorlerin en kizgini ringte bogalar gibi dovusurken, kubali bi manyak kotu adama yol verin diye ortaligi birbirine katiyordu. Sir yes sir diye bagirmaktan bogazinin kurudugunu soylerken joker, full metal jacket ini tufegine suruyordu. Elbetteki seth o sinegin o dolaba nasil girdigini kanatlari ciktiktan sonra ogrenecekti, ama artik her sey icin cok gecti. 90 lara gelinmisti.


Foto: http://www.brownstoner.com